24 Ağustos 2010 Salı

Geldiler

İşte ansızın geldiler...
Kaçmak zamanı şimdi parçalayıp elimizde ne varsa.
Herşeyi yakıp yıkmalı şimdi.
Tek tek kendi ellerimizle öldürmeli sevdiklerimizi en mecazisinden.
Hepsi ölmeli,
Ölmeliler ki kalmasın zaafımız,
Ölmeliler ki korkusuz olmalıyız.
O zaman korksunlar bizden.
Tek bir çekincemiz olmamalı.
Sonra alabildiğine yaşarız hayatı,
Onun bizi yaşadığı o tüm zamanlardan alarak intikamımızı.

Geldiler...
Yıkıp geçmek vakti şu an.
Tek fırsat bu
Son şans bu!
Şimdi geçmeli tüm o yıkılası gelen köprülerden
Yıkılırsa yıkılsın.
Kopacak diye üzerine titrediğimiz o ipleri koparmak vakti.
Ve o çığlığı koyuvermeli ortaya, deli diyecekler diye içimizde tuttuğumuz
Kızgın sular, buz gibi sular...
Dalmalı hepsinin dibine.
Yıllanmış, özel bir güne diye saklanan şaraplar içilmeli
Sarhoş olmalı ya günahkarlıktan ya da imandan
En ucu neyse kavramların tatmalı bir bir.

Az bulunur anları yaşamalı,
Kırmalı o koruyan kollayan dalları
Tutunacak hiçbir şeyimiz kalmamalı
Boş olmalıyız
Yanız olmalıyız
Hür olmalıyız

Geldiler...
Alacaksak şimdi şu an almalı bedduayı ve duayı
Yeter ki çekimser kalmasın kimse.
Edeceksen şimdi et intiharını
Boyuna kesmeyi unutma damarları
Ne istiyorsan, ne istemiyorsan şimdi zamanı.
Tüm deliliğinle, tüm kararlılığınla gitmek zamanı üstüne.

Geldiler...
Şimdi şu an!

son 4 gün

Eveeet evet sadece 4 günüm kaldı, sonra staj biter ve bu kız özgürlüğünü ilan eder :)
Gelsin gezmeler, emekli tatilleri, aman sabahlar olmasın ramazan diye kola eşliğinde.

İş hayatına nasıl adapte olurum bilemiyorum. Resmen seviyormuşum sorumsuz öğrenciliğimi. Hayat mı bu be? Her gün 6 buçukta uyan, giyin sonra git ofise tıkıl bütün gün. Hayır yani işten çıktın ölü gibisin eve gel, 1-2 saat takıl sonra uyku akmaya başlasın gözlerinden. Benim biyolojime aykırı bi kere insan kısmısı gece 3ten 4 ten önce uyurmuymuş hiç !

Az kaldı sadece 4 gün sonra özgürsün Hilal :) bitiyor! (Gözünü sevdiğimin stajı kendimi 2. tekil şahız yaptırttı işte)

Gideyim bari, ne de olsa az kaldı :)

22 Ağustos 2010 Pazar

Telefon- anne sesi- ağlamamaya çalışma sorunsalı

Yıllardır çözemedim anne sesindeki tılsımı.
İçine doğmuş gibi ne zaman canım sıkkın olsa, bir derdim olsa direk telefonum çalar ve arayan hep annemdir. Anne yüreği resmen hissediyor, inandım buna yıllardır.

Ve ben kendimi hep aynı modda bulurum. Neşeli bir ses tonu, ya da o da olmuyorsa 'uyukluyordum annecim ondan durgundur sesim'.
Zira es kaza telefonda ağlamaya başlarsam o da başlar orada ağlamaya halimiz harap olur hep.

Koca şehirde tek başıma buldum bu ara kendimi. Çok şükür dostlarla olsak da insan özlüyor ailesini. Az evvel konuşuyorum. Annem, babam, abim, yengem ve hatta anneannem aynı evin içinde. Nasıl da neşeli hayat dolu geliyor sesleri. Abimle konuşuyorum, yengemle konuşuyorum. Bir sorun yok. Ne zaman ki telefonda annemin sesini duyuyorum benim ses çatallaşıyor yine, böyle düğümlenmiş bir hıçkırık. Anlıyor sıkkın olduğumu 'bak emin misin bir sorun olmadığına' diye üstüne düşüyor olayın.

Çaktırmamak lazım, yoksa sonu malum telefonda karşılıklı ağlaşmalar falan tipik duygusal insan sendromları hiç gereği yok şimdi :)
' Tek başıma kaldım ya ondandır ' diyip geçiştiriyorum.
Anneciğim direk gidiş süremi en erkene çekmeye çalışıyor 'ay sen cumadan gel kızım yaaa bekleme hiç pazarı falan, dayını ara bıraksın seni gel annecim hemen'

Herkesin dokunulmazları vardır, kutsalları vardır.
Ve en klasik olanı işte aile.
O salak ergen tripleri olan çocukları da anlamakta zorlanmışımdır hep.
İnsanı ailesi kadar nedensiz seven, en kızdığınız anda bile aslında iyiliğinizi istediklerinizi bildiğiniz kim vardır Allah aşkına...

Özledim, çok özledim. Blogumu bilmeseler de gıyablarında öpüyorum onları.
Zaten az kaldı. Bir sarılacağım ki sormayın.
Az kaldı deyip, avutuyorum kendimi ...

Gri (blog tipi yazmaktan sıkılan insanın yazısı)




Grilikle bütünleşmiş bir havada, ayakları çıplak, tek parça siyah bir elbise
üzerinde ve omuzlarındaki şalı rüzgarla başıboş salınmakta… Gözleriyle ayaklarını takip eder bir halde yürüyordu. Aynı ritimde ne hızlı ne de yavaş. Çığlık çığlığa uçan kuşları duydu. Tanıyamadı seslerinden ne olduklarını, kafasını kaldıracak gücü bulamadı. Düşünerek dünü, yürüyordu. Ve ne kadar istese de göremedi aslında tüm derdi olan yarını.

Yanı sıra yürüdüğü uçurumu süzdü göz ucuyla. Ne kadar zamandır yürüyordu bu sınırda? Hangi ara en yüksekle en dibin çizgisinde bulmuştu kendini. Elini bir ipten ibaret gibi duran kolyesine attı. Tek bir kurumuş papatya geldi eline. Oysa ne çoklardı. Her kaybettiğine tuttuğu yasta atmıştı birini. İşte şimdi bu kurumuş küçük papatyayla yalnız kalmışlardı. Onun da gideceğini düşünmek ruhunu üşüttü. Geçmiş olacak olanı onurlandırma zamanı diye düşündü. Çekti kolyeyi boynundan. Kaçamak bakışlarla süzüyordu minik çiçeği. Yapamadı, atamadı onu uçuruma. Titreşimleri doğanın katlıyordu içindeki yas ritmini. Alışkanlıkla melodiye eşlik etti uçurumun kenarında gözlerini karşıya dikmiş başını taşıyan vücudu. Şimdi bir yaprak gibi salınıyordu rüzgarda. Şalı mı ona eşlik ediyordu o mu şalına anlaşılmıyordu.

Avuçlarını yumruk yapmış, kendini yatıştırmaya çalışırken elinde kalan tek kuru papatyanın dağıldığını hissetti. Avucunun içindeki parçalanmışlığa bakarken mırıldandı: en değerliydin sen, en kutsalım-dın… Sona sakladığım, hiç çıkarmam boynumdan sandığım ve göğsümün hemen üstünde ömür boyu kalacak diye umduğum.

Her şey bitiyor demek ki bize kalan sonsuz bir teklik. Uğurluyoruz bir bir sevdiklerimizi. Kimini toprak dediğimiz ana kucağına, kimini ise hayat dediğimiz boşluklara.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Üzerinden uçan ona kalmış esasen hiç onun olmamış tek dostu gördü. Gülümsedi: senin de gitme vaktin gelecek değil mi Ghurantu? Sana papatya ayırmayışım seni sevmediğimden sanma. Sen hep ulaşamadığım, en özgür olandın. Şimdi sadece biraz daha kal ne olur! Söz veriyorum kal demem kanatlarını uçsuzluklara açma zamanı geldiğinde. Sadece şimdi kanatlarını hissedeyim üzerimde. Alışık değilim tek başıma yaşamaya bu gökyüzünü. Alışık değil bu ruh kimsesizliğe.
Uçurumdan aşağı savururken papatya parçalarını, tek bir damlayla vedaladı geride bıraktıklarını. Hep zor olmuştu ruhani elvedalar ama daha da zoru unutmaktı geçmişi. Eline yapışıp kalmış son minik yaprağını da üflerken uçuruma şalını da vedaladığını fark etti omuzlarından. Bugün el sallama günüydü anlaşılan. Gülümsedi bu da üşümeyin diye o zaman dedi kendi kendine. Sonra en acı duyduğu anda çocuklaşıp muzipleştiğini fark edince anladı ki sevemiyordu en onurlu vedalaşmaları bile. Son kez gözleri buluştu sarp kayalarla. Sırtını döndüğü gibi yola koyuldu sonra ve hiç ardına bakmadı her zaman olduğu gibi. Ona göre elveda kelimesi bir defaya mahsus olmalıydı yoksa anlamı olmazdı yaşanmışlıkların.

Zirvesi bulutlara karışan Sangu Dağı solunda ve dağın aşağısına uzanan Bet Uçurumu sağında yürürken gökyüzünden kanat sesleri duyuldu Ghurantu’nun. iki at boyu kanatlarını açmış, dev parlak siyah gövdesiyle bir yükselip bir alçalarak dalga geçiyordu zirve ve derinlikle. Başını kaldırdı ve zaman dedi, duydun mu Ghurantu sadece biraz zaman… Yoksa bu kader boşa yazılmış olur. Şimdi tek kahramanla sürecek bir hikaye olacak benimkisi belki de başından beri öyleydi. Hem yanılgılarla gerçeklerin bir yanılsama oluşturması değil midir tüm efsunlar? Asıl senin kanatların da gittiğinde çıplak hissedeceğim kendimi. Şimdi değil, lütfen şimdi değil! Kal biraz daha ve efsunum ol.