27 Ekim 2011 Perşembe

Ne kadar güzelsek o kadar güzeliz

30.08.2011
Ne kadar güzelsek o kadar güzeliz!! Evet aynen budur!
Neydi hayatı bu derece karmaşık yapan?

İsteklerimiz bu kadar basitken, içgüdülerimizle beklentilerin oluşturduğu girdapta boğulmanın ötesinde neydi daha da karmaşık olan?

Ortak değil miydi arzularımız, hazlarımız, heyecan ve hatta korkularımız. Birbirlerinden farklı notalarda gezinseler de hepimizin tüm bunlara dair bestelerimiz var sonunda hayatımız dediğimiz. Sen yokluktan korktun, o bir şeylerin varlığından. Ne önemi var, ortak olan korkuydu, heyecandı, mutluluktu, sevgiydi, sevilmekti ve daha niceleri…

Çok yol aldım, çok şey öğrendim diyordum kendi kendime. O salak küçük kız değildim artık! Öyle ya neler gördüm, -yaşananları ben değilsem de yaşayan- en çirkininden en güzeline pek çok deneyime şahittim en azından. Kirlilik içinde ahlaktan onurdan cesaretten söz edenleri de gördüm, insanlar itelerken kendisini en büyük insanlığı taşıyanı da.

İnsan karmaşıklaştırdı en basit en güzel şeyleri... deeeerken fark ettim ki çok da değişmemişim. Ne çok büyümüşüm ne de küçülmüşüm. İçimde aynı kız çocuğu, biraz daha toleranslı, daha da tedbirli, daha korkak bu insan olmuşum.

Hala sevgiye dair tuhaf hislerim var ve hala kıyamıyorum kimseye. En nefret ettiğim diye liste oluşturuyorum altı boş kalıyor. Hala kızamıyorum . Anlık sinirlerim oluyor; esip gürlüyorum. Sonra yine en çok ben üzülüp pişman oluyorum birilerini kırmış olma ihtimalime. Bir o kadar değişmiş bir o kadar da aynı ben işte.


Sonra insanlar konuşuyorlar…Konuşuyorlar, yargılıyorlar, nefret yüklüyorlar, kızıyorlar, konuşuyorlar, söyleniyorlar, konuşuyorlar (bıdıbıdıbıdıbıdııııııııı!!!!!!!)


Herkes benzer cümleler kuruyor. Gülüyorlar bazen. Cevap dahi veremiyorum. Herkes siyah diyor diye siyah mı olmalı illa?

Sessizce, içimde kalan minicik inancı inatla tutuyorum kendimde. Ama öyle kırılgan ki kimi zaman ben bile güçsüzleşip kavga ediyorum kendimle. Salak buluyorum kendimi, aynısın işte diyorum.

Reddedemediğimiz gerçekler var evet ama benim reddedemediğim mutluluklarım da var. Hem birileri inanmak zorunda değil mi herkesin inanmadığı ama varolan şeylere… Ben istiyorum diye olamaz mı minik küçük mucizeler. Hesap vermek zorunda mıyım herkese ya da mantık süzgecimden geçirmem mi gerekiyor illa?

İşte böyle anlarda geliyorlar. Her şeyi, herkesi geride bırakıp, mantığımı işin içinden çekip sadece hissettiğim yollara düşmek istiyorum; nerede olmak istiyorsam, kimin yanında mutluysam oraya gitmek. Ve dönüş planı dahi yapmadan tek yön bir biletle çıkmak yola. Canım ne zaman isterse, o zaman, nereye gitmek istiyorsam oraya dönerim. Şarkı sözlerini istediğim gibi değiştirmek, melodileri de kendimce uydurmak istiyorum.

Uymak zorunda mıyım kurallarınıza, sınırlarınıza, sunduğunuz haritalara?
Sen! ! !
Sen şimdi bana hiç bilmediğim masallar, destanlar anlat. Bilmediğim kahramanlarla tanıştır beni. Bırak aksın ruhumuz… Bir iki kadehe bakmayacak mı ebedi dostluğumuz? Hem sigaranı da yak artık. Sağlık bıdı bıdılarıyla kısaldı ömrümüz. Ne kadar güzelsek, o kadar güzeliz kime ne?

25 Ekim 2011 Salı

katlanamam ki saygızılık ve haksızlığa

10 gündür falan İzmir'deyim. Ve evet anladım insanların neden bu şehre aşık olduklarını, kopamadıklarını. Sıcacık insanları var, nefis manzaraları. Yaşamak kolay, ucuz, huzurlu. İnsanlar mutlular. Kimse koşuşturmuyor, gideceklere yere yetişeceklerini bilir gibiler. Keyifliler.

Sonra karar verdim bence bir yanlışlık olsa gerek. Çünkü yine de İstanbul'u özlemedim diyemiyorum. Oldukça özledim. Gri havasını, endişeli sokaklarını, koşturan insanlarını vs vs...
Özledim işte. Aldatmaya meyillensem de aldatamadım İstanbul'umu. Ki kısa zaman içinde yine dönüyorum ona. Daha uzaklara gidersem koparım belki İstanbul'dan diye düşünmeye başladım. Sonra İstanbul'dan severek, mutlulukla kopabileceğim tek durum buldum kendi adıma ancak onu da kendime saklayacağım. Ki imkansız olan bir şeyi dillendirmenin de anlamı olmasa gerek.

İki yıl gibi bir süredir, depresyona girmemek adına prensip edindiğim herşeyi son bir kaç ayda yerle bir ettim. Küçüklü ufaklı ihlallerim bana mutsuzluk olarak geri döndü. Kendim ettim kendim buldum durumu yani. Demek ki kalbi falan boşverip beyniyle yaşamalı insan. Yani arada da şöyle bir fark var; kalbimizle yaşadığımızda mutluluklarımız da hüzünlerimiz de daha büyük oluyorlar, beynimizle yaşadığımızda ise ortada bir çizgiden ilerliyoruz. Neden hep uçların ve ya hep ya hiçlerin insanı oluyorum ki?
Her seferinde bana gemileri yaktıran, içime çöreklenmiş o hissiyattan nefret ediyorum. Çok da kızamıyorum kendime üstelik. Ben saygısızlığa ve haksızlığa tahammül edemem. Ve yaktığım her bir geminin altında ya bir saygısızlık, ya da haksızlık olmuş bugüne kadar.


Her aklına geleni yazıya döktüğünde böyle bir şey çıkıyormuş ortaya demek ki.
Başlığı bile şu an attım. Ah kafam da en az bu yazı kadar karışık ve dağınık. Ne yazmam beklenebilir ki.

İşte Hilal'in dünyası böyle bu aralar. Bekle İstanbul, kaldığımız yerden devam edeceğiz yine :)

15 Ekim 2011 Cumartesi

hayatın melodisi

Seslerin insan olduğu yerlerde her birimiz kişisel melodiye sahibiz. Yeni bir nota eklesek ya da çıkarsak?... Hangi noktada yakalayacağız mükemmelliği, ya bozarsak melodideki güzelliği gibi insani endişelerimiz var. Ve tuhaf isimler koyuyoruz melodimize kimimiz için huzur, kimimiz için eğlence.

10 Ekim 2011 Pazartesi

mutluluk terazisi


Ne garip duygularımız. Sanki büyülü bir terazi var ortada. Bir tarafta olumlu düşünce ve hislerimiz, ötekinde olumsuzlar toplanıyor. Ve hangisi ağır basarsa öyle hissediyoruz o anda. En tuhafı kendi aralarında yüklü bu his ve duygular. Olumlular etraftan olumlu başka hisler çekerken, negatifler de negatif olanlarla besleniyor etraftan.
Ve insan, yaratılmış en basit en esrarengiz yaratık olarak bir teraziyi istediği noktaya getirmek için didinip duruyor. Oysa bıraktığımızda üzerine düşünmeyi, nefes alıp, hissedip, yaşarcasına yaşasak hayatı ... Evet yaşarcasına yaşasak! Yani canlı, mutlulukla, hayal ederek, mutlu ederek ve mutlu olarak, hayat vererek yaşasak. İşte o zaman hiç bir çabaya gerek kalmıyor. Sanki bir hare sarıyor etrafımızı, nedense gülümseyen insanlar çıkıyor kapılardan karşımıza. Tuhaf... Mutluluğun mutluluğu çektiği bir zincir gibi.

Yargılarımız var tabi bir de. Popolarına yapışmış kesin kalıplarla gelen ve genellikle ağır olumsuzluklar bırakan. Kendimize söylediğimiz yalanlar bir nevi...Kibirlilik hali bu. Çok büyük hissedip evrene parmak sallıyoruz arada sırada iğrenç bilmiş bir ucube gibi. Evrene ders vermeye kalkışıyoruz. Eh çok kızdırırsak ağzımızın payını da alıyoruz.

Pek çok sorun var, varolanlara eklencekler de olacak illa ki. Amaç sorunsuz yaşamak değildi ki zaten, mutlu yaşamaktı. Su yolunu bulacak, bulamazsa yeni yollar açacak kendine. Nefes aldığımız sürece özgürüz ve özgür kıldıkça daha da özgür. Ne kadar özgürsek o kadar da bağlıyız aslında. Enteresan yanı da bu. O yüzdendir ki işin içine bu kavramlar girdiğinde anlamsız tüm kalıplar, zira öyle his ve düşünceler var ki evren işliyor tıkır tıkır, anlamaksa imkansıza yakınmış gibi.

Ben bu gece bir kaç ruh özgür bıraktım; benimki de bunlara dahil ;)

8 Ekim 2011 Cumartesi

Rakı-ton balığı- ederlezi

Neyin sonucudur bilmiyorum.
Bu gün önümüzdeki günlerde bir kaç günlüğüne sevgilim İstanbul'u terketme kararı aldım.
Bunaldığımı, boğulduğumu hissettim son günlerde.

Yine neyin sonucu olduğunu bilemediğim bir şekilde gecenin şu saatinde ton balığı açıp yanına bir rakıyı yakıştırdım. Arka fonda ederlezi çalıyor. Farklı farklı versiyonlarda dinliyorum. Acaba Ederlezi'nin verdiği hüznü yaratabilen bir başka parça daha var mıdır?
Nedir, nasıldır, neden bilmiyorum. Sözleri her ne kadar, hıdırellezle alakalı, gelen baharı kutluyor deseler de farklı bir şey var. Anlatılmayan, sanki seslerin, müziğin ardına gizlenmiş bir hüzün. Hani herkesin gülümsediği ama aslında herkesin bir şeylerin yasını tuttuğu anları anlatır gibi.

Yine beni benden aldı...
http://www.dailymotion.com/video/x1sfmw_goran-bregovic-ederlezi_music

7 Ekim 2011 Cuma

Bu gece

Uzun zaman olmuştu ağlamayalı bir şeylere...

Bu gece oturup, içime oturan, canımı yakan herşeye ağladım. Herşey, herkes, hepsi.

Nefes alamadığım anlar oldu, ve gülümsediğim anlar. Acı-tatlı bir sürü şey geçti beynimden, davetsiz misafirler oldu anılarımda. Kalbimi tutup, yutkundum bazen. Sonra ümit ettim. Kendi kendimi teselli ettim. Bilinmeyen hüzünlerimi kucakladım. Ve kollarımla kendimi sarıp, geçecek dedim.

Bilemedim, çareler bulamadım belki şimdiki sıkıntılara. İşte öyle anlarda, geçmişteki yaşanmışlıklara döndüm, "geçmişler, çözümlenmemiş hiçbir şey olmamış" dedim.

Ağladıkça rahatlayan insanlardan mıyım? Nefret edemeyen, çoğu zaman tepkilerini yerinde verse de en derin sızılarını sonradan yaşayan. O sızıların hepsi birleşti bugün, bir süre kendime gelemedim.

Şimdi kaldığım yerden dönebilirim hayata. O sizin sevdiğiniz gülümsemeyle, muzip çocuk halimle, her eğlenceye hazır durumda. Yıkadık bir hayatı.

Temizlendi özümüz. Yine sevgi dolu, umutlu bakabilirim.

Oysa yaşadıklarımız, yaşanacak çoğulların özütüydü belki.
Kaçmak istediklerimize doğru koşuyoruz belki.
Kimbilir?

İnsan kendisiyle yüzleşemezse eğer kimle yüzleşebilir?

5 Ekim 2011 Çarşamba

Otobüsteyim, Kadıköy'e gidiyorum.
Yaşlısından bir amca bindi, elinde 5tl. Şoför yolculara sor onlarda vardır bozuk para ya da akbil dedi. Amca şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturdu. Yüzünde yılların haritası...

Bir ara ayaklandı, sırf muhabbet etmek için şoförün yanında dikildi. Şoför "ee ama sen sormadın ki hiç var mı akbili olan" diye söylendi. Amca şöyle bir döndü geriye seslendi. Kimseden ses çıkmadı. Sesi havada asılı kaldı. Bir bölüm sallamadı bizim tabirimizle. Ben de tepki vermedim. Kendimi üstün gördüğümden, konuşmaya değmez bulduğumdan değil. Para ödemesin istedim o anda tuhaf bir hüzünle karışık.



Muhabbete devam ettiler şoförle yaşlı amca. 14 yıl oldu bir hatun bulamadım evlenecek dedi yaşlı amca. Karısı vefat etmiş meğerse. Şoför amca kıramadı amcanın konuşma isteğini. "Eh be amca ne yapacan bu yaştan sonra evlenip, dertsiz başına bela mı arıyorsun?" dedi. Sonra ekledi "Sen Esra Erol'a çık iyisi mi, o evlendirir seni." Bunu derken muzipçe de gülümsedi. Amca şöyle bir kıstı gözlerini ve "yok ben oradan bulamam kimseyi o kadar param yok ki benim, onlar hep paralı koca arıyor." dedi.

Şoför merakla sordu "Evin var mı amca?".
"Yok evladım ne arar."
"Eh bir bakanın var mı peki, kimle yaşıyorsun?"
Amca gururla "Bir oğlum bakıyor" dedi ve ekledi "Diğer oğullarım bakmıyor, gelinler istemiyor."
Şoför incindi biraz bu lafa emin olamadı herhalde, bir silkindi kafasını salladı ve tekrarlattı amcaya:
-Demek gelinler istemiyor ha?
- Yok istemiyorlar!

Herşey insanlar için. Bir gün hepimiz tek başımıza, hiçbir şeysiz, bir başkasının omzundaki yük gibi hisseder halde bulabiliriz kendimizi. Kendi çocuğumuz bir yabancı yüzünden bakmak istemeyebilir bize. Fırlatıp atıldığımız o köşelerde kimse ne hissetiğimizi umursamayabilir o zaman.
Zaman geçer, ama başkalarına. Biz her sabah iğrenç, bomboş, amaçsız bir güne uyanabiliriz.

Evet ben bunları düşündüm o anda. Ağlamak istedim ama yapamadım. Çok param olsun istedim. Ve o amcayı alıp gezdireyim dünyayı hayatının sonbaharında.
Yutkundum. Kurduklarım yapabileceğim şeyler değildi.
Ve beynimde kendi sesim yankılandı," Gerçek dünyaya hoşgeldin!"