28 Ekim 2010 Perşembe

dolu ve boş

İstanbul ağlıyor yine ...

Çok klişedir biliyorum. Ama yağmurlu havada İstanbul'a öyle yakışıyor ki bu cümle kullanmazsam kendimi eksik hissediyorum. Bu yazının bir başlığı olmayacak. Şu aralar hayatıma başlık atamıyorum. Öyle çok olay iç içe ki!...

Üzülüyor insan. Herşeye rağmen büyüyemediğini gördüğü zaman. Sonra tekrar üzülüyor büyüdüğünü anlayınca. Öyle çok karmaşık değil aslında. İyi olan, masum kalan ve bu yüzden kötü olaylarla karşılaşan tarafınıza bakıp büyümediğinizi görüyorsunuz. Sonra yaşanan çirkinliklere bakıyorsunuz. İnsanların durum kullanmalarına, yalanlara, size göre yanlış olan şeylere... Öeef be niye büyüdük ki diye hayıflanıyorsunuz o nokta da. İşte insan kendini hem büyümüş, hem de büyüyememiş hissediyor. Üstelik aynı anda.

Bazen çok üzüldüğümüzde hani sanki ilahi bir şeyler olur. Bir anda herşeyin ötesinde buluruz kendimizi. Düşünecek herşeyi düşünmüşüzdür ya da artık daha fazla düşünemeyecek, kafa yoramayacak kadar çok düşünmüşüzdür. Sonra böyle süzülürüz, herşeye bir perde gelir. Olayların dışına, en dışına çıkarız. Sanki hem yaşayıp hem de yukarılardan bir yerlerden kendimizi yaşarken izlemek gibi. Bu anlarda berraktır hayat. Herşey ortadadır.
Ve o cümle düşer dudaklarımızdan : Akışına bırakmak lazım!

Akıyor işte...Ne kadar uğraşsak da suyun yönü değişmez bazen aksine tek bir minik parçacığın tüm akışı etkileyebildiği zamanların.

Sonbahar ya şimdi, yapraklar dökülüyor ya... İşte bir zıpır yanınız vardır yaprakları çıtırdata çıtırdata koşuşturmak isteyen. Bir de kadim, olgunluğun zirvesinde bir ihtiyar sakince oturmak ister bankta ve susmak sessizliğe... İşte böyle iki uçlu bir yaşamak. Çelişki de değil üstelik, ahenkli bir birlikteliği vardır bunların. Her ne kadar kimileri dengesizlik dese de. Herkes böyle değil mi? Bazen susarsın, bazen konuşur...Sonra koşuşturursun biri kovalarcasına, ardından bir atalet duygusu ile atarsın kendini en rahat köşeye.

Düşündüm de... Yaşadığım azıcık hayatta şunu farkettim: Sıcacık bir n'aaberin iyi geldiği kadar hiçbir şey iyi gelmemiş bize!

22 Ekim 2010 Cuma

Saçmalama nöbeti =)

Yahu ne duygusal bir insanmışım arkadaş! Gerçi blogu günlüğe çevirmişliğimden belli oluyor sanırım. 4-5 gün önce şok oldum bir haberle. İşin aslı şok olmamam gerekirdi zira insanların nasıl olduğu, hangi durumda ne yaptığı pek de sır değil. Ne olduğunu söylemeyeceğim ama öğrendiğim şey bir insana olan güvenimi, saygımı ve sevgimi oldukça sarstı. Herneyse... Bunları geçersek olay kişinin yapmış olduğu bir eylemle ilgili. Ve öğrendiğim günden bu yana gözümün önünde sürekli aynı eylem biraz değişen sahnelerle birlikte.

İnsanlar böyle cinnet geçiriyorlar bence. Bıraktığı etkiler de hep değişiyor. Bazen böyle yoğun bir nefret hissiyatı. Sonra dibe sokan bir hüzün, ağlamaklı bir surat. Derken ne hali varsa görsün o kaybeder şeklinde bir ego...aman tanrım nasıl bir haleti ruhiyedir bu...iniş çıkış demek az kalıyor. İşte o nefret anında esas kişimizi görsek mesela cinayet psikolojisini anlarız. hoş ben birini öldüremem ama biri öldürse üzülmeyebilirim o psikoloji anında. Ya da üzülürüm bilmiyorum. İşte tam da bu psikoloji :)

Neyse ertesi gün sınavı olan bünyem yine düşünmemesi gereken konu, olay ve kişilere odaklandı şu anda. Topla kafanı kızııım yarın parrrrlayacak(!) o sınav!!! Lütfen bildiğim yerlerden gelsin sorular yeaa...gerçi bildiğim yer var mı onu da bilmiyorum. Şu an sadece böyle bir kavun şarabı olsun, leonard cohen'in sesini arka fona alayım, kaloriferin tepesinden dışarıda düşen yağmur damlalarını sayıp tuhaf algoritmalar yaratayım istiyorum....
..BİTTİ.. Daha da saçmalamıyorum!

20 Ekim 2010 Çarşamba

'mazoşizm feminendir'

Ergenliğin popomuza battığı zamanlarda keşfetmiştim bunu. XX cinxiyeti mazoşist. Sözüm mecliten dışarı gençler :) İşte bundan geliyor o piç dediğimiz adamları, serseri takımına mensup elemanları sevme hastalığı kız milletinin. İşin aslı mazoşizme biraz da inat ve ego ekliyoruz oldu mu sana XX.

İtiraf etmek lazım. Ne zaman gerçekten doğru bir insan gelse karşıma, halinden tavrından anlasam bana olan ilgisini (çok da zor anlarım işin aslı o derece belli etmiş olmalı yani) böyle bi 'öeff yaa yinee mii!' tadında cümleler düşer dudaklarımdan. Öyle ya fazla iyidir kendisi. Yazık olur hep o iyi çocuklara. Oysa şans versek belki de yıllarca sürecek bir ilişki çıkar ortaya kimbilir belki bir ömür. Ama olur mu acı çekmeyiz ki o zaman. El üstünde tutar, hiç yanlış yapmaz falan. Kız milletini bozar abicim böyle güzel iyi çocuklar...

İşin özünde kız milletinin en salak hayali yatar. Sıkça duyarsınız : 'geçmişi umrumda değil, onları beni sevdiği gibi sevmemiş, ay o kızı aldatmış ama ben o muyum canım o da elinde tutmayı bilseydi, zamanında fuck body hayatı yaşamış olabilir ama özünde çok duygusal gerçekten... vs vs vs '. İçten içe XXlerin özümsediği en salakça, en aptalca en bokabatasıca hayaldir: Bir adamı adam etmek!...

Derken yaşınız artar, yaşamasanız da incelersiniz yaşananları. Ve o acı gerçekle karşılaşırsınız. Bir adam neyse odur arkadaş! Değişim zordur. Nasıl ki biz alışmışsak kendimize, o adam da kendine alışmıştır. Değişmek acılıdır, imkansız olmasa da imkansıza yakındır. Yani anlayacağınız daha önce aldattıysa sizi de aladatacaktır, yalan söylemişse siz de yiyeceksiniz o yalanları, eski kız arkadaşı için kız arkadaşım değildi takılıyorduk biz dediyse ilişki bittiğinde siz de takılmış olacaksınız onunla, belki siz de onun için cinsel bir obje olacaksınız sadece. Yani değişmedi o, eskiden kimse hala o.
Biri için değişmek, kendin için değişmekten çok daha zordur. Ve sizin için değişmeyi göze alabilecek cesaret o ardından koştuğunuz piçlerde, serserilerde, şöyle içerim böyle çok kızla çıktım(yerine daha ağırları da uygundur) hepsi de bana hasta ama ben kimseye modundaki adamlarda değil, elinizin tersiyle şans vermeden yolladığınız o iyi niyetli, başarılı, sorumluluklarının farkında, dürüstlükten dolayı patavatsız bilinen adamlarda mevcuttur.
Evet sevgili XX acı gerçek budur: muhtaç olduğun iyi ilişki ardında bıraktığın belki terslediğin ve hatta üstüne basıp geçtiğin o iyi çocuklarda mevcuttur!..

Ancak bunu anladığınız da şunu da anlarsınız ki o iyi çocuk terslendiğinde o olay bitmiştir. Hayatın bu yönü, geri dönüşü olmayan bir oyun gibidir. Nadiren aynı bonus gelir size rastlar. Ama üzülmeyin en güzel yanı o bonuslardan yine bulursunuz eğer ki iyi bir çocuk olursanız.

dipnot: Yazar ilişkiden bir nebze anlamayan, ilişkiye dair deneyimini gözlemleyerek edinen güvensizin önde gideni bir tiptir. Öyle çok ciddiye almamak gerekir :)

19 Ekim 2010 Salı

budalaca yaşamak / doğru yaşamak

Herkes kendi doğruları için yaşar demiştim gözlerinin içine bakarak... O zamanlar benim doğrularım, onun doğruları, tamamı bizim doğrularımız zannederdik. Zaman geçti. Büyüdük tabii ki hayata karıştık. Zamanla birlikte hayat değişti, biz değiştik. Kapıldık bir akışa. Derken bir gün gördük ki doğrular da değişmiş. Ben 'Ben değişmedim!...' dedim.
O gülümsedi 'Haklılık payın olabilir çünkü ben değiştim' dedi.
Omuzlarındaki yükü görmüştüm başından itibaren ve hayran olduğum şey bunu taşıma gücüydü her zaman. Tüm bu ağırlığa rağmen yere sağlam basan biri olup, vazgeçmeyişine doğrularından, kapılmayışına o yanlışlara deli olurdum.

Dedim ya...Zaman geçti, hayat geçti önümüzden değişti herşey. Bir sabah uyandığımda sözlüğümden 'güven' kelimesini çıkardı. Ben değil o çıkardı. Sonra dönüp bana 'Şimdi güven bakalım bana' dedi dalga geçercesine. Salaktım hala. Değişmemişti bende bir şey. Tamam dedim ve denedim güvenmeyi sonuna kadar. Bekledim. Kimine göre bir saniye kimine göre ömürlerce bekledim. Ben güvendikçe daha zor oldu hayat.

Bir gece yürürken yine kendi halimde, farkettim ki benim doğrularım doğruydu. Ve onun yanlışlarına göz yummak da yanlıştı.
Gülümsedim. Ben bunları yazacağım ama kimse anlamayacak dedim. Öyle de oldu. Kimse anlamadı ki zaten anlasalar ne olurdu! Herkesin doğrusu kendine doğruydu.
Kirlenmişti,
Kırılmıştım.
Bir daha aynı sevgiyle bakar mıyım, aynı görür müyüm diye sorgularken ölmüşüm...

16 Ekim 2010 Cumartesi

Biyolojik bozukluk

Gerildim şu an...
Var yahu böyle bir şey. Ben kendimi bildim bileli gece insanıyım. Uyuyamıyorum. Yani benim suçum değil bu, olmamalı! Çocukluğumdan itibaren her zaman gündüzleri uyumaya geceleri oturmaya meyilliydim. Hala öyle işte :(

Neler denemedim. Sabahlayıp belli bir saatte yatmalar, bitki çayları, pasiflora, sakinleştiriciler. Ilık duş alıp, klasik müzik dinleyerek uyumaya çalışmalar falan. Olmuyorrrrr işte! Demek ki benim biyolojik saatim böyle. Işıkta uyuyor bu beden napalım yani.

Sevgili babacığım hep 'sen ya bekçi ol ya da doktor aksi takdirde kesin kovulursun!' derdi bana. İkisi de olamadım iyi mi:/ Geceleri mühendis çalıştıran bir şirket varsa oraya beni alsınlar istiyorum. Sabahlara kadar proje falan yaparım ben sorun değil yeter ki güneş doğarken yatıp, batmasına yakın uyanabileceğim bir iş olsun.

Yaz döneminde staj sebebiyle 2 ay başarmıştım aslında. Her sabah 6:30 en geç 7:00 de kalkıyordum. Evet başardım ama işkence gibiydi. Hayatımın kalanını öyle geçirdiğimi düşünmek bile istemiyorum. Oysa ki öyle bir hayata sadece 1 yılım kalmış okul uzamazsa. Nedir yani abi ot gibi o ne öyle ya. Akşam 10 oldu mu uykun geliyor. Haftasonu leşin çıkmış bir vaziyette eğlenmeye gidiyorsun. Sonra bir bakıyorsun hooop pazar akşamı. İşin yoksa değişen uyku düzenini tekrar pazartesiye adapte et.

Neden birilerinin zamanında kurduğu düzene uymak zorundayız ki? Bence artık dünya ikili sisteme geçmeli. Gündüz çalışıp gece uyuyanlar ve gündüz uyuyup gece çalışanlar olmalı. Böylece her saatte çalışan bir sürü insan olur. Üretim hiç durmaz. Hem de herkes en verimli olduğu zamanda çalışmış olur. Çıkıp da yok efendim güneş görmek lazım falan demesin kimse. Yararı kadar zararı da var o güneş denen şeyin.

İleride bir gün kendi şirketimi kurmayı başarırsam böyle bir sistemi denerim arkadaş ben! Bence süper de olur.
Neyse...
Yazmamışım uzun zamandır. Kendi içimde rahatladım :)