15 Aralık 2012 Cumartesi

Sigarayı Bıraktım :)

İlacı kullanmaya devam ediyorum. Bu gün sigara içmediğim 3. günüm. Dün gece dışarıda olmama ve alkol almama rağmen sigara içmemeyi başardım. Üstelik ilaç sayesinde benim gibi tiryaki bir insanın bile canı istemiyor sigara. Nikotin gereksinimi yok, sinirlilik yok. İyiyim yani. Çok da zor olmadı. Beklediğim kadar zor olmadı en azından. Biraz irade istiyor çünkü zaman zaman alışkanlıkla sigara yakma isteği gelişiyor. Fakat oyalanırsanız kaçıyor o istek. Ben bu kadar zaman içmediysem içmeyebilirim demek ki fikrine odaklandım. Hazır bünye temizlenmeye başlamışken bunu harcamak istemiyorum. Bence içmeyeceğim bir daha, umarım içmem.

10 Aralık 2012 Pazartesi

başlıksız

Pencerede oturuyorum. Bir elimde 3 gün sonra vedalaşacağım sigaram tüm vedalarımı anımsatıyor.
Arada biramı yudumluyorum. Teoman çalıyor arkada, "O"... Binlerce düşünce, soru işaretleri. Doğru ve yanlış pek çok şey. Susmaya karar verdim artık ve herşeyi kendi içimde halletmeye. Kendi kendime işte. Yorgunum anlatmaya çalışmaktan. İşte böyle.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Birbirimizi sevmenin gururu olmalı herşeyde

Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum.
Benim olduğu kadar dostlarının,
dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum.
Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.
Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı.
Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız.
Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız.
Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.
Güzel günlerimizi, evimizde bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız.
Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek...
Böylece yaşamalıyız işte.
Sonra çocuğumuz olmalı,
Düşünsene senin ve benim olan bir canlı.
Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız.
Sen arada mızıkçılık yapmalısın ve ben söylenerek almalıyım sıranı.
Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın.
Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.
Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı.
Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden Mutluda olsa, kötüde olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı.
Saçlara düşünce aklar, yada gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.
Kavgasız, her sabah cinayetle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz.
Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız.
Eve gelip benden kahve istemelisin.
Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız.
Ben, 'Bey' demeliyim sana, sende 'Hanım'.
Öyle sevmelisin ki beni bu yazdıklarım korkutmamalı seni.
Tebessümler açtırmalı yüzünde.
Birgün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde.


Birbirimizi sevmenin gururu olmalı herşeyde....
CAN YÜCEL



4 Aralık 2012 Salı

Sigarayı bırakıyorum - 6. gün : ben onu bırakıyorum o beni bırakmıyor

6. güne girmiş bulunuyorum. Bir erteleme üstadı olarak 14. günü bırakma günü olarak seçtim.
İlk 3 gün günde 1 adet 0.5 mg ile başladı ilaç. Sonra 4. gün sabah akşam olmak üzere 2x 0.5 mg a çıktı.
8. Gün sabah akşam yani 2x1mg olacak. 8. gün daha belirgin bir değişiklik omasını umuyorum. Zira şu anda sigaraya karşı hiç bir değişilik hissetmiyorum bünyemde. Genelde champix in mide bulantısı yan etkisinden bahsetmişler internette. Şimdilik ben öyle yan etki hissetmiyorum. HD rüyalarım da yok diğer bir yan etki olmasına rağmen. Çok şükür intihar falan da düşünmüyorum.
Biraz arttı gibi hissediyorum sigara içme sayım.Ama psikolojik mi bilmiyorum sanki içtiğim sigaralar ihtiyaç yani nikotin yoksunluğunun zorlamasından çok psikolojik gibi. Çünkü içmemeye çalıştığımda içmeyebiliyorum 1-2 saat. Bakalım. İlerleyen günlere dair umudum var. Bence olacak bu bırakma işi.

Bekleyip göreceğiz.
Sevgiler :)

28 Kasım 2012 Çarşamba

Sigarayı bırakıyorum (başlangıç)

Eveeet, günlerdir sigarayı bırakıcam dedim dedim kimse inanmadı.
Babam bugün champix isimli sigara bırakma ilaçlarımızı alıp getirmiş.
Ben de emin değilim başarabileceğimden. Emin olduğum şey ise bırakmak istediğim.
Ve belki komik gelecek ama hep söylerim nefes alamıyorum vs gibi sebeplerle değil bırakma isteğim.
Üzerime sinen kokusundan ve cildime olan zararından bırakmak istiyorum.
Sağlık açısından getirileri de cabası olacak.
Tanıyanlar bilirler, ilk yaktığım sigaramda öksürmek gibi bir tepki bile vermemiş, kolaylıkla sigarayı hayatıma dahil etmiş bir insanım. Hatta öyle ki aşkla severdim sigarayı. Uyanır uyanmaz su içmeden sigara yakan biriyim. Hatta 25 saat uyku arasında uyanıp sigara içip uyumaya devam ettiğim olmuştur. Su ve yemekten önce gelen bir şey haline gelmişti benim için. Başlarda ağır olan kırmızı versiyonuyla başladığım sigaranın şimdilerde gri olanını içiyorum. Yıllardan sonraki tek fark bu oldu. Ve tabii kırk yılda bir içilen o sigaraların zamanla birlikte iki paketi aştığı dönemler bile oldu. Şimdilerde günde aşağı yukarı 1 paket içiyorum. Hem sevip hem nefret ediyorum.
Şu yazıyı yazarken de gayet keyifle sigara içiyorum mesela. Ama nereye kadar ?

Yarın ufak bir işim olduğu ve ilacın yan etkilerine güvenemediğim için ya yarın akşam ya da yarından sonra kullanmaya başlayacağım bu ilacı.
Süreci de fırsat buldukça buradan yazarak ileride sigara bırakmayı deneyenlere kaynak olsun, kendim de gaza geleyim, bak o kadar yazdın utan artık başlayamazsın diyebileyim diye buradan yazmaya karar verdim.

Şans dileyin bana, çünkü sigarayla ayrılık kararı aldım. Yılların ömür yiyen, sömürgen, bi boka yaramayan sevgilisi kendisi.
Bakalım neler olacak.

21 Ekim 2012 Pazar

Müşfik Kenter'den



Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"... 
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar... 
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık 
bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? 
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir? 
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
"Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
-Müşfik Kenter-


18 Ekim 2012 Perşembe

Kaos

Amansız bir boşluk...
Öyle bir boşluk ki bu sanırsın kıyamet koptu kopacak.
Dünya durmuş ya da yer gök girmiş birbirine deseler
Kıpırdamayacak kılım.
Kendi çizdiğim çizgilerimde yürüyorum.
Hiçleşmişler
Hiçleştiler
Hiçleştirdiler...

Yalpalayan bir kedi ağaca tırmanmayı dener ve düşer
Düştüğünü bile anlamaz
Öyle bir çizgi varlık ve yokluk arasında...
Sanki zaferlerinin hepsi anlamsız.

Cümleler var.
Kelimeler havada askıda kalıyor.
Duyuyorsun, dinliyorsun ...
Biliyor ve istemiyorsun.
Varlar yok .
Kandırmışlar.
Hem çok seviyor
Hem de hiç seviyorsun.
Kendini de, onları da, ötekileri de.
Umrunda olan ne?

O yol, haritanda yok senin.
Sen yanlış bir şehrin haritasıyla olmayan bir şehirde yürüyorsun.
Sendeledikçe dökülüyor yaprakların.
Ruhun iç çekiyor, acı hissi bile duyamıyorsun.
Nefes alır halde ayrısın bu yaşamdan,
Belki de ölüler nefes alıyor sense nefessiz yaşıyorsun.

Uçurumlardan atlarken kaybettiğin kanatlarınla engin denizlerde koşuyorsun.
Herkes herşeyi biliyor ya hani
Sen bilmiyorsun.
Ben bilmiyorum.
Herşeyi bilen aslında hiçbir şey bilmiyor.

Bir sen anlıyorsun.
Ya da herkes anladığını iddia ettiğinde sen anlamıyorsun.
Kaos.

16 Ekim 2012 Salı

Delilemeler

-Yeterince zeki olsaydım, salağı oynamakta bu kadar zorlanmazdım...

-Neden salağı oynamaya çalışıyorsun ki?

- İnsanlar... Onlar zeki insanları sevmiyorlar. Yalan söylediklerinde yakalanmak huzursuz eder onları. Bir tek onlar akıllı olsun istiyorlar, herkesi kandırabilsinler falan.

- İnsanlar neden seni sevsin istiyorsun?

- Sevmeseler de nefret etmesinler. Yoğun nefret... Nasıl desem, yakıcı bir duygu. Biri senden nefret ettiğinde ya da sen birinden nefret ettiğinde çirkin bir his yaratıyor. Sanki oksijensiz kalmışsın gibi, ya da yutkunduğunda tuhaf bir gaz yakıyorcasına nefes borunu. Nefret çok yoğun bir duygu. Ben pek nefret edemiyorum. Ama insanların nefretle yapabildikleri işler beni korkutuyor. Onlardan çok korkuyorum bazen.

- Salak mısın peki?

-Deniyorum. Tuhaf bir ortada kalmışlık. Yani ne salağı oynayabilecek kadar zekiyim ne de gerçekten salak olabilecek kadar salak. Konuşuyorum ama anlamıyorsun, anlamıyorsun.

- Anlıyorum. Deniyorum en azından.

-O da bir şey. Biliyor musun çoğu zaman denemezler bile. Boş dinlerler. Çünkü sen ne anlatırsan anlat bir an önce sözün bitsin de onlar kendilerini anlatabilsinler isterler. Herkes dinliyor ama dinlemenin amacı çoğu zaman anlatmak için hak kazanmak. Konuşabilmek için dinliyor taklidi yapıyorlar. Böylece kendileri de anlatmak için vicdanlarında yer açıyorlar.

-Yorucu olmalı.
-Ne dinlemek mi?
-Hayır, hayır ... Bu kadar egoyla yaşamak.
- Belki, belki de daha kolaydır. Ben yapamazdım. Ben unuturum. Ben çok unuturum.
-Herşeyi mi unutursun?
- Hayır. Sadece kötü hissettiğim şeyleri. O yüzden nefret edemiyorum. Biri bana kötü bir şey yaptığında üzülüyorum. Çok üzülüyorum. Sonra zaman geçiyor. Kötü hissim geçiyor. Herşeye rağmen sevebiliyorum. Ama en çok köpekleri seviyorum. Onlar kötülük yapmazlar. Isırdıklarını iddia ediyorlar ama tehdit hissetmeyen hiçbir hayvanın saldırmadığına inanıyorum. Özellikle köpekler, onlar çok başkadır. Bambaşka...

-Onları bu kadar özel kılan ne ?
- Onlar koşulsuz sever. Onlar seni sen olarak sever. Köpekler beklentisizdir. Sen onu besliyorsun diye değildir sevgisi. Belki de öyledir bilmiyorum. Ama hiç ihanet etmezler biliyor musun? Sahiplenilmek isterler, sahiplenirler.

-İnsanlara geri dönelim hadi.

-Onlara dönmek istemiyorum.

-Ama köpeklerden bahsetmenin yararı olmayacak. Kimden nefret etmek istiyorsun? Bana onu anlat.

- Bilerek zarar verenlerden. Kötü olanlardan diyeceğim ama çok muğlak kalacak öyle değil mi?

- Sence kötü insan kimdir, insan ne yaparsa kötü olur?

-Hmmm... Birine zarar veren kötüdür. Sadece fiziksel anlamda değil, duygusal olarak zarar veren de kötüdür. En kötüsü de bilerek, planlayarak bunu yapanlar. Bence bir hırsızla senden bir hissi çalan insan arasında bir fark yok. Biri televizyonunu çalıyor bir diğeri güveni. Ortada çalınan bir kavram var ikisinde de.

12 Ekim 2012 Cuma

Satürn gitmişti hani?

Gitti demişlerdi, bilmem kaç yıl yok. Rahatlamıştım.
Peki bu üst üste gelen olumsuzluklar neyin nesidir?

Bugün benim doğum günüm...
Ve ben doğum günlerinden hiç hoşlanmam.
Anlamsız bir hüzün kaplar beni.
Kafamda geçmişi sorgulayıp dururum. Ne istiyordum, ne elde ettim, neler öğrendim, ne kazıklar yedim, ne yanlışlar yaptım vesaire.
Sonrası için ne istiyorum?

Yine aynı moddayım.
Pek çok iyi kötü şey yaşamışım.
Yanlışlar, doğrular, güzel anlar...
Çok sevdiğim insanlar...
Yolda kayıplar olmuş, kazanımlar olmuş.
Geçen sene bugünü düşündüm yine. Hep öyle yaparım; bir önceki yıl aynı saatlerde neredeydim, kiminleydim, ne yapıyordum gibi durumlar.

Çok sevdiğim insanlar var ve tercihlerimle gurur duymama sebep oluyorlar en az onlarla gurur duyduğum kadar.
Bu his,
her sene gelip yüreğimin üzerine kocaman bir su aygırı oturmuş gibi hissetmeme neden olan şey...
Bunu çözdüğüm sene, herşey başka olacak, biliyorum.
Ve o sene bu sene değil.

En güzeli, sorgulamaları kenara bırakıp, akşam çıkıp, en bencilinden bir gece çalmak hayattan.
Zamanı umursamadan, ne yaptığını bilmeden eğlenmek.
Sorun istemiyorum bugün...
Geçmişten gelecekten sesler sızmasın hayatıma.
Ben böyle güzelim, falan filan...

9 Ekim 2012 Salı

Sevgi

Sevginin dört özelliği vardır;

1. Sevgi SESSİZDİR.
2. Sevginin bir GÜNDEMi, HESABı yoktur.
3. Sevgi ŞİŞİNMEZ, KENDİNİ ÖVMEZ.
4.Sevgi diğer üçünü mükemmel bir biçimde kullanacak bilgeliğe sahiptir.

Yuvaya Yolculuk(Carroll L.) adlı kitabın bir bölümünün özetinin özetidir.



8 Ekim 2012 Pazartesi

Perde

Şimdi gün, dün ve yarın..
Bir yolun başındayım.
Uçurumdan bıraktım sırt çantamı.
Bir kaç dakikalık dinlence.
Unuttuğum bir kaç hece.
Anılarda kalan gülümsemeler...
Ben hiç böyle gitmedim.
Sessizliğim...
Düşlerim...
Sıfırlanmış bir ekran gibi hayat.
Baştan , en baştan başlamak.
Bazen istemesen de yaparsın.
Mümkün değil yaşananları yaşanmamış kılmak.
Ellerini açık bırak.
Gözlerini kapat.
Perdeler...
Kapanışıydı bu oyunun.
Tekrar görüşmek üzere,
Ara bir süre.

4 Ekim 2012 Perşembe

Rahatlama yazısı

İnanılmaz sinirliyim şu anda. Yazmazsam rahatlayamayacağım biliyorum. Belki yayınlamam, ama yazmam lazım.

Az evvel, çok değer verdiğim ve geçmişi yalan yüklü sevdiğim bir insan yine bir yalanla yakalandı.
Ki sözü vardı bana. Gerçek ne kadar hoşuma gitmeyecek olursa olsun, hep doğruyu söylemeye sözü vardı.
İşin aslı o sözden bu yana defalarca ufak ufak yalanlar söyledi ama hep bahaneleri vardı. Yedim. Yemedim aslında ama kötü niyet yok diye geçiştirdim kendi içimde.
Birikmiş olacak ki bu defaki de aslında önemsiz bir yalan.
Normal şartlarda insanların umursamayacağı bir şey belki.
Belki yine geçiştirirdim özür dileseydi.

Ama tepki verip yalan söylüyorsun dediğimde bir de kalkıp zayıf hafızamdan yararlanarak yalan söylemediğim bir konuda beni yalan söylemiş ilan edince dayanamadım.
Evet sabırlı bir insanım, kolay kızıp kolay sakinleşiyorum.
Çoğu zaman pişman oluyorum kızgınlık tepkilerimden.
Suçlu olmadığımı düşünsem bile özür dileyebiliyorum.
Çünkü değer veriyorum karşımdaki insanla olan iletişimime.

Ağır geldi bu ufacık yalan. Kaldıramadım, kaldıramıyorum.
Sinek küçük ama mide bulandırdı bu defa.
Üstelik beni defalarca bencillikle, egoistlikle suçlayan bir insanın, benim için önemli bir dönemde böyle bir harekette bulunması ayrıca canımı sıktı.

Bir süre sadece yapmam gerekenlere odaklanmak istiyorum.
Kendime çaba harcamak istiyorum.
Öfkeliyim, soğusun istiyorum.
Kendimi sorgulamak istiyorum.
Ağlamak istiyorum çünkü enerji anlayışıma göre tüm bu yalanları insanlara olan güvensizliğimle ben çekiyorum kendime. İşin özünde yine kendimi suçluyorum anlayacağınız.

Net olmayan herşeyden nefret ediyorum.
Bana yalan söylendiğinde hakaret edilmiş gibi hissediyorum.
Ha bir insan yalan söylemiş, ha kalkıp bana küfür etmiş.

Huzur, tek beklentim bu huzur.
İnsanlara dair ise hiçbir beklentim yok, aranızdan çekiliyorum.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Doğrular ..? Siz, biz, onlar ...ben almayayım!


Yukarıdaki çok bilinen bir ilüzyon örneği. Aslında gördüğümüz kalın iki çizgi birbirine paralel. Biraz bu tür şeylere aşina olmak ya da eline düz bir nesne alıp karşılaştırma yoluna gidebilecek herkes bunu söyleyebilir. İlk defa karşılaşan bir insanın ise tepkisi iki çizginin paralel olmadığı yönünde olacaktır. 
Neden mi böyle bir giriş yaptım ?
Bu yazımda kişisellikten bahsedeceğim, neye göre kime görelerden bahsedeceğim. Sizin doğrunuz başkaları için doğru olmak zorunda mıdır, ve size yanlış gelen herkesce yanlış olmak durumunda mıdır konusundan söz edeceğim. Toplumu sokacağım yazımın kıçına başına.


Bugün bir arkadaşımla konuşurken, yakın bir arkadaşımla yaklaşık 2 yıl kadar konuşmamamıza sebep olan bir tartışmamızı hatırladım. Unutmuştum aslında tartışmanın sebebini, bugün biraz zorlayınca hafızayı ortaya çıktı. O dönem çevredeki herkesi eleştiren grup arkadaşlarıma çok önyargılı yaklaşımlar bunlar, herkesi eleştirmek zorunda değiliz demiştim. Olay burdan büyümüş bambaşka noktalara gelmişti. O ana kadar neden bunu farketmemiştim, o an böyle bir aydınlanma yaşamama sebep neydi bilmiyorum.

İnsanız sonuçta, eleştiriyoruz deliler gibi, onun şusu kötü, bu çok şöyle, bilmem kim de biraz şöyle böyle, vesaire... Peki biz ne kadar doğruyuz?
Doğru nedir peki? 2+2=4 şeklinde kurallar mı var hayatta ?
Ne zaman bu kadar bilimsel hayatlarımız oldu bizim?
Ne zaman mükemmel olduğumuzu zannettik de başkalarını eleştirmekten eşek sudan gelinceye kadar zevk alır olduk?
Eleştirmenin sadece olumsuz olduğu anlamını kimler doldurdu beynimize? 
İyi bir şey söylediğimizde kompliman, gaddarca yanlışları ortaya koyduğumuzda (tabii ki bizce yanlışları) eleştiri mi oldu yani?

Türkiye riyakarlığı ...
Diğer toplumları yüceltip kendi ülkemi aşağılamak için söylemiyorum bunu. Diğer toplumlarla bir alakam olmadığı için, kendi ülkemi iyi bildiğim için söylüyorum. Hani % bilmem kaçı müslüman ülkemden söz etmek istiyorum. Sözde herkes inançlı. Öyle tuhaf bir inanç ki birine yardım etmeyi zayıflık kabul eden bir inanç haline gelmiş. Öyle bir ortam ki türbanlı, türbansız, sağcı, solcu, türk, kürt, sünni, alevi gibi gruplara ayrılmış. Sokaktaki hayvandan, doğadaki ağaca kadar her yaşayan canlının ölümünü isteyen, hatta bence özünde kendisi de ölmek isteyip sırf ayıp, günah diye kendini öldüremediğinden zorla yaşayan bir toplum. 

Öyle çirkin bir toplum ki en bağnazı eşini bir evde oturturken yan eve utanmadan dostunu oturtan. Ve bunu yaparken karşı apartmanda hayatında başkasına bakmayan bir çifti evli değiller diye, imza atmamışlar diye eleştirme hakkını kendinde bulan. Ulan kimin yaptığı zina acaba? İnandığını mı kandırıyorsun demezler mi adama, kimi kandırıyorsun lan? Öyle bir toplum ki birine tecavüz ettiğinde utanmayıp, tecavüz edilenin utanması gerektiğini hatta ölmesi gerektiğini savunan. İğrençlikte nesilden nesile de bu doğru(!) larını aktarmayı kendine görev edinmiş. Töre dediği şeyin törenin özüyle alakası kalmamış bir toplum. Cinayet getiren töre mi olur hangi gerizekalı uydurmuş da hangi gerizekalı buna inanıyor Allah aşkına?
Doğru dedikleriniz çoğu zaman doğru değil. 
Sen sokakta gördüğün aç insana yardım eli uzatmıyorsan, evinde mal yığıyorsan, mezara kefeninden öte bir şey götüremeyecekken mal hırsı bürümüşse gözünü sen inançlı falan değilsin. Kaza olmuş, yaralı var, polisle başım belaya giriyor diye kaçıyorsan inancı da geçtim insan değilsin. 
Komşun buz gibi evde donuyorken, o ateiste battaniye bile vermem diyebiliyorsan sen müslüman değilsin bence. Elbette ki büyük Allah'ım bilir, adaleti de sonsuzdur ancak benim inanasım gelmiyor sizin inancınıza da insanlığınıza da.
Toplum...
Öyle ya hem de yüzde bilmem kaçı inançlı toplum.
Peki bu toplumun yüzde kaçı insan?
Allah aşkına bana bunun cevabını verin?
Toplumsal baskı sebebiyle ne kötülükler yapıyorsunuz? 
Ya da yapabilecekken hangi iyilikleri yapmıyorsunuz?
Yarın bir gün öyle bir hale gelsek, toplumda eli gözükeni öldürmemek çok büyük ayıp ilan edilse ona da uyacak mısınız?
Sizin doğrularınız mı doğru, topluluğun doğruları mı?
Allah aşkına kimsiniz siz?
Biz kimiz?
Onlar kim?
Hangimiz insanız?

Bunu bir sorgulayın derim.

Bilerek ve isteyerek bir kere bile ciddi( ciddisi de nasıl olursa artık) bir kötülük yaptıysanız, bir canlıyı üzdüyseniz, kırdıysanız, zarar verdiyseniz, kurtarabilecekken kurtarmayıp, yardım edebilecekken el vermediyse; kusura bakmayın ben ne bizdenim ne de sizdenim.

Eyvallah, ben insan dışında herhangi bir canlı olmayı kabul ederim. Yeter ki şu inançlarla siz kimseniz ben onlardan olmayayım.


20 Eylül 2012 Perşembe

Kim kimi harcıyor ?


Bir gün uyanacaksın! Ne kadar değerli şeyleri, ne kadar ucuz şeyler için yitirdiğinin farkına varacaksın. Vakit çok geç olacak. Pişman olmak istemesen de içinde hissedeceksin onu. Basiti seçmek güzel, kolay, sorunsuz. Fakat bir gün uyandığında neden göğüs germedim tüm zorluklara diyeceksin. Ağlamazsın belki ama elinden herşey gelen insanoğlu olarak zamanı geriye saramadığını farkedeceksin. Şöyle güzel yaşadım, böyle iyi yaşadım diye anlatıp dururken, içten içe köklü binalar dikememişliğin acısını çekeceksin. İşte o zaman, şimdi değerli sandığın herşeyin zaman silgisi olduğunu için acıyarak sezeceksin. Ve o cümle gelecek aklına: Biz zamanı değil, zaman bizi harcar.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Yarını da var

Bir düştük eski zamanlarda
Oyunduk oynanan sokaklarda
Kaçmaları sevmedim
Ben hiç kaçamam
Sadece çekip giderim
Çok korktuğum zaman

Cevabını unuttuğumuz tüm o hayatlar
Her gün başka yerlerde yaşanıyorlar
Ellerimiz boş kaldıysa
Boşver, yarını da var.
Sözlerimizi tuttuk ya
İnsanız işte o kadar.

Bir sözdük eski zamanlarda
Umuttuk en zor anlarda
Kalmaları sevemedim
Ben hiç diyemem
Sadece susup beklerim
Çok umduğum zaman

Sorusunu unuttuğumuz tüm o yargılar
Her gün başkasıyla anılıyorlar
Yüreğimiz boş kaldıysa
Boşver, yarını da var.
Adımlarımız uygun ya
Yaşıyoruz işte o kadar.

14 Eylül 2012 Cuma

... Farket ...



Sevgili dostum,
Hayallerin olacak, geleceğe dair...
Planlayacaksın yarınını en güzel desenlerle, en hoş sesinle. 
Ama bileceksin ki bugün son gün de olabilir.
O yüzden vazgeçmeyeceksin anının keyfine varmaktan. Kuşların sesi mest edecek seni.
Takımın gol attığında İstanbul'u fetheden Fatih gururuyla sıçrayacaksın havalara.
Bir şarkı, bir şiir, bir resim ... Huzuru bulduğunda sıkı sıkı tutunacaksın o ana.

Seveceksin sonra. Çok seveceksin. Dünyada bir tek o ve sen varmışsın gibi seveceksin.
Elini tutmak yetecek, bir bakışı ile gökyüzünde hissedeceksin kendini.
Romanlara, filmlere kahraman olmuş gibi yaşayacaksın o sevgiyi.
Hiç gitmeyecek gibi, hiç bitmeyecek gibi.
Ama bileceksin de; bir gün biterse nefret etmenin anlamı yok, kızmanın ve sorgulamaların yararı yok.
Önce kendini sevmeyi öğreneceksin ki sen de sevebil, onlar da seni sevebilsin.
Ayaklarının üstüne duracak gücün olacak tek başına da.

Özleyeceksin sonra. Bir parçan eksik gibi hissedeceksin. Bir sızı duyacaksın sol yanında.
Kişi, olay, madde... Farketmez işte özleyeceksin. Ama bileceksin ki kavuşsan da kavuşmasan da özlemek de duyguların en güzellerinden. Çünkü özlemek canlı hissettirecek seni ve değer verebildiğini göreceksin.
İnsanlığını bileceksin.

Hırslı olacaksın arkadaşım. O ilkokuldaki koşu yarışında birinci olmaya çalıştığın hırsın hiç geçmeyecek.
Yapabileceklerini bileceksin hatta yapabileceğinden fazlasını yapabileceğine inanacaksın.
Çünkü inancın, hayallerin etkileyecek başarını.
Ama yapamadığında, başaramadığında küsmeyeceksin hayata.
Çünkü pek çok kulvar çıkacak bu yarışta önüne. Ve unutma mutlu olduysan herkesin kazanabildiği yarışlar
olduğunu da öğrendin demektir.

Paylaşacaksın. Yemeğini, hislerini, sevgini, bilgini, ömrünü paylaşacaksın.
Yaptığın keki, söylediğin şarkıyı, yazdığın bir hikayeyi, dondurduğun bir anı ... Ne varsa paylaşabildiğin.
Paylaştıkça kocaman olacak kalbin, için ısınacak. Göreceksin ki insanlar iyiler, güzeller...
Kızdıkların, sevmediklerin ve sana ters gelenlerle de paylaşacaksın, en azından gülümsemeni.

Hata yapacaksın bol bol. Yanlışların olacak. Bazen kıracaksın da. Ama özür dilemeyi de bileceksin, hatanı telafi etmeyi de. Ve sana yapıldığında bir yanlış affedecek kadar güzel olmalı yüreğin. Çünkü kimse mükemmel değil, sen de değilsin. Bilerek çekeceksin o nefesi içine.

Bu hayata tutunacaksın. Sahip olduklarınla, olmak istediklerinle...
Zor zamanlar olacak elbet, kızgınlıkların olacak, üzüntülerin vesaire.
Sen, sen olmayı bırakmadan, vazgeçmeden bir an olsun, yürümeye devam edeceksin.

Sonsuz bir cümlenin harflerinden biriyiz her birimiz. Aynı harf dahi olsak, yazımlarımızın farklılığından eşsizliğimiz.
Bir dilek tut, sonra unut. 

Gülümse ;)

-KGK-





6 Ağustos 2012 Pazartesi

Katil ruhumuzun gitme kalma meseleleri


Her insan katildir özünde. Duygulardan arınıp, hayvani güdülerine kavuştuğunda yapamayacağı şey yoktur. Ölmek ve öldürmek arasında kalan kişi, karşısındakini öldürmekten çekinmeyecektir. Sadece öldürmek zorunda kalınan kişi his beslenen biriyse, ruhu yüksek, sevgisi koşulsuz olanlarımız ölmeyi tercih edecektir. Bu da farklı bir bencillik boyutu değil midir oysa ki? Zira, uğruna ölünen kişi, yaşamı boyunca acı çekmeyecek midir? Öldürüp de yaşamak zor geldiğinden mi yoksa gerçekten kendini feda etmek midir bilinmez.
Çekip gitmeler de benzer sanki. Hani terkettiklerimiz, terk edenler bizi…
Kolay yol değil midir hep sana zarar veriyorum diyerek gitmek? Kalan mı daha çok acı çeker yoksa giden mi? Muamma…
Baktık ki karşı tarafa acı veriyoruz, kapatıp kapıları yol almayı tercih ediyoruz. Aslolan sevgi, kalıp, acı çektirmemeyi başarmak değilse nedir? Değişmek yerine gitmek çok mu onurlu bir hareket? Sanmıyorum. Kalan kişi, gidenden fazla mı acı çekiyor? Onu da sanmıyorum. Çünkü suçlanacak biri vardır bu durumda. Kızıp, küfredip, suçlayıp kendini temize çıkarabilir insan. Bu durumda da aslolan, karşı tarafa gitme demek, gitmesin diye çabalamak, ve hatta üzerinizden geçilme ihtimaline rağmen çıkıp karşısına dimdik dikilmek değilse nedir?
Gurur dediğimiz şeyin onurdan farkı da bu olsa gerek. Onur herkes için iyi olanı yapmak iken, gurur çoğu zaman sahibine hizmet eder.

İnsanlığın sorunu şu ki; hayvan olmakla insan olmak arasında gelgitler yaşanıyor. Ya hayvan olmayı seçip arınacaksın hislerinden, duygularından ya da insan gibi yaşamayı seçeceksin en başından.
Saygılar,
KGK
06.06.2012- 05:05

27 Temmuz 2012 Cuma

Sus anı.

Hepimiz düşlerimizde özgürdük... Gerçeklik ise bin bir türlü tokadın suratımıza ardarda indiği zemindi. Gerçekçiler mutludur. Hayalperestler de öyledir. İşte bu ya hep ya hiç dünyasında olan hem hayallere hem de gerçekçiliğe sahip insanlara olur. Ne mantıksız,insanların sorumsuz, vurdumduymaz diyebileceği kadar  hayalperesttim ne de gerçekçilikten dem vurup hayallerime kalbimi kapayacak kadar kör abdal. 


Sarkaç...
Bir o yanda bir bu yanda derken salınımlarımda sabitler değişirdi.
Bazen bir köle, bazen prangaları parçalamaya and içmiş bir masal kahramanı.


Bilmediğim öyle çok şey vardı ki. Ve zamanla bildiklerimin de gerçeklik payının sorgulanası olduğunu gördüm.
En güvendiklerim, güvenilmezlikler taşıyordu.
En sevmediklerim sevilesi yanlar...
Hayat siyah ve beyaz olamayacak kadar uçsuz bucaksız bir bilgiydi.


Cehalet mutluluktur diyip gözlerimi kapadığımda, karşımda zıplayan bilgi parçacıklarını görmezden gelmek zorundaydım ve bu karakterimle örtüşmüyordu.


Konuştum...Hep konuştum. Anlattım bildiğimi sandığım herşeyi, yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi.
Yargılanıp, darağacında olduğum çok an oldu.
Defalarca ölüp, defalarca doğdum; herkes gibi.


Şimdi farklı bir yol, farklı bir yön binlercesi arasından.
Ben bu defa sustum; konuşurken sustum.
Benliğim sustu.

13 Temmuz 2012 Cuma

durum bildirisi; zincirleme düşünceler sendromu

Sebebini bilmediğim bir şekilde olayları neden sonuç ilişkisine dayandırmak gibi bir huyum var. Bu sadece bilimsel konularda değil benim için sosyal hayatta da geçerli pek çok durumda. O yüzden biri bana biraz soğuk davranmış gibi gelse hemen beynim bu yönde işlemeye başlıyor. Neden? Ne yapmış olabilirim?
Ya da bazen işin kaynağını bırakıp hareket tarzından sonuç çıkarma yoluna gidiyorum. Misal biri bana soğuk davranıyor; demek ki benim yanımda mutlu değil. Öyleyse ben ondan uzak olayım ki o mutlu olmaya devam edebilsin.

Evet bu tavır kimi durumlarda saçmalamış konumuna sokuyor beni. Çünkü pek çok zaman bunu açıklamak konusunda iyi değilim. Birine kalkıp " benimle geçirdiğin zamanda mutlu olmadığını" düşünüyorum demek kolay olmuyor. Hoş söylemek kolay olabilse de karşındaki insan hep reddediyor. Kimse kalkıp da evet haklısın çok da iyi vakit geçirmiyorum seninle diyemiyor.

Kimi zaman da durum benimle alakalı değilken üzerime alınmış oluyorum. Ama asla da emin olamıyorum. Böyle gelgitler işte.

Şu an son 20 gün içinde 3. kez İstanbul'dan Bodrum'a kaçmayı başarmış bir halde, sitemize yakın manzarası güzel bir ortamda biramı yudumlayıp düşünüyorum. Fondaki müzik huzur veriyor.
Aslında yine barışçıl ve huzur dolu ruh halimi buldum gibi. Yine de son 2-3 gündür bir sıkıntı var. Ne olduğunu bilmiyorum. Dokunsalar ağlayacağım ama ağlarken kimse görmesin istiyorum. PMS falan da değil, lütfen seksistlik yapmayalım okurken.

Şimdi bunları düşünürken yine aynı düşüncede buluyorum kendimi:
İnanları fazla mı umursuyoruz?

Bir arkadaşım var, inanılmaz duygusaldır.
Çabuk kırılır ama genelde anlayamazsınız kırıldığında. Baş başa kaldığında sadece çok yakın olduğu insanlara, biraz sıkıştırıldığı takdirde döker derdini. Onu o kadar iyi tanıyorum ki yansıtmama sebebinin kafasına takmaması değil de bunu kendi içinde yaşaması olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim.
Kendi içinde halletmeye çalışır kırgınlıklarını. Zamana bırakır ve genelde de unutur, affeder.

İşte ben onun tam tersi gibiyim.
Özellikle duygusal ilişkilerimde (iş okul hayatı değil yani demeye çalışıyorum burada) fevri oluyorum çoğu zaman. Biri bana bir şey söylemek istiyorsa, bir derdi varsa anında yapsın istiyorum. İnsanlarsa kendi içinde halletmeye yapılı olabiliyorlar. İşte tam da bu yüzden bazen bir olay büyümeyecekse bile, dürtüklemeklerim yüzünden büyüyor.

Bilemedim...
Acaba daha ben merkezli yaşamak mı lazım, yoksa daha fazla yoksaymak mı kendini, düşünceni duygunu?
Hangisi daha doğru olur, bir türlü çözemiyorum.
Kafam karışık bu konuda, emin olduğum şey o şu anda.

Neyse, işte yapmam gerektiği gibi konuyu kenara bırakıyorum. Aksi takdirde kendi beynimde boğulacağım hissi yaşıyorum.

Müzik o kadar hoş, hava güzel ve esen hafif rüzgar o kadar rahatlatıyor ki sanırım beynimi patlama çalışmalarıma ara vereceğim.

Yazıda mana aramayın, bu sadece beynimin bir kesitidir. İçine girebilme şansına sahip olsaydınız beynimin, bu kesitler gibi öyle karmaşalar bulurdunuz ki korkarım hiç birimiz işin içinden çıkamazdık.

Ben bu yazıyı da şuraya şöyle koyayım.

PS: son anda düşününce varolanlar sağolsun, olmayanlara zaten ihtiyaç yok hissiyatı sardı şimdi de.


30 Haziran 2012 Cumartesi

Değer vermek

Biraz evvel yaşadığım bir olayla sorgulamaya başladım...
Bacaksız denecek yaşlardan tanıdığım bir arkadaşıma inanılmaz kırılmış, evde tek başıma oturmuş ağlarken buldum kendimi. Son zamanları düşündüm ve yaşadıklarımı.
Geçmişi düşündüm...Belki ilkokul yıllarına kadar döndüm.

Hayatım boyunca kırgınlıklarımı büyük ölçüde oluşturan şeyler hep insanlara güvendiğim konular olmuş.
Beklemediğim şeyler yapılınca, bana benim onlara verdiğim değeri bana vermediklerini hissettiğim ya da bunu sezdiren olaylar yaşadığımda üzülmüşüm hep.

Genelde duygusallığımı çaktırmayan, oldukça da "öküz insan" imajı sergileyen biri olsam da çok çook yakınlarım bilirler ki duygusallığın dibindeyimdir hep.
Gün boyu yaptıklarını düşünüp; "buna kırılmış mıdır, bunu demese miydim, yarın arayıp bir sorsam mı bozuldu mu diye ..." uzayan cümleler sıralarken beynimde uyuyamadığım gecelerim vardır benim.
Sizi önemsemiyorum görünümümün altında olması gerekenden fazla önemserim insanları.
Çok kolay severim, arkadaş yaparım kendime, tanımaya anlamaya çalışırım.
Dertlerinde elimden geleni yaparım.
Ben onları seviyorum diye yaparım bunları.

Sonra sabrederim de aslında. Bir insana ilk kırgınlıklarım geçicidir. Önemsizdir.
Ta ki o insan bana değer vermediğini gösteren bir hareket yapana kadar.
Daha da kötüsü bunu düzeltme girişiminde bulunmamasıdır herhalde.
İşte o noktada fiziksel olarak kırılabilseydi eğer kalp sesi duyardınız.

Şimdi kendi kendime yapma diyorum.
İnsanlara kolay değer veriyorsun, verme.
Bi ölç, tart ,biç. Kanıtlasınlar kendilerini.
Bu kadar kolay önem verdiğin insanlar olmasınlar.
Azalacak kırgınlıkların a salak Hilal diyorum kendi kendime.
Sonra içimdeki o çocuk oturup işin olumlu bir yanını bulmaya çalışınca tokat manyağı yapasım geliyor onu.
Beceremiyorum, kime kıyabildim ki bugüne kadar.
Keskin sirke küpüne zarar misali, onlar beni kırıyor ben kendimi kırıyorum.
Hikaye hiç bitmiyor.

Bir de buna ek olarak inanılmaz yalnız hissettim kendimi.
Çok sevdiğim bir ailem, sayıları 3-5 i bulan beni olduğum gibi tanıyan herşeyimi bilen dostlarım olmasına rağmen.
Sanki söylemek istediklerimle anlattıklarım bugüne kadar farklıymış hissi yaşadım.
Hiç anlatamamışım kendimi gibi geldi.
Hani er ya da geç kendisiyle başbaşadır ya insan, şu an o hissi net yaşıyorum.

Neyse duygusallığımı kapatacak öküzlük cümlemi bırakıp gideyim en iyisi:
Belki de sadece ağlamak istemişimdir, öyle ihtiyaçtandır, sorun falan yoktur mesela.
btg : burada tiz gülünecek!

12 Haziran 2012 Salı

Bodrum çağırıyor ...

Güneş kendini arsızca ortaya serer, kuşlar göçten döner, deniz bi ayrı güzel kokar, tırtıllar kelebeğe geçiş yapmaya başlamıştır...
İçimde bir şeyler kıpırdanmaya başlar, yaz gelir.
Bodrum çağırır beni.
Gitmemek için pek çok bahanem vardır. Yapılması gerekenler vardır.
Yine de her sene bulur bir yolunu giderim.
Gitmek için hep bir fırsat bulurum. Bulamadığımda o yaz eksik geçer.

İşte yılın o zamanları geldi. Hali hazırda biletim, hayatımı tazelemek, herşeyi, kafama taktığım, beni üzen, moralimi bozan herşeyi geride bırakıp doğanın kollarına atılma hissimle uçaktan ineceğim o anı bekliyorum.
Kitabımla sahilde kafa dinleyeceğim o an.
Ailem, huzur, manzara, deniz, güneş, kum ...
Babamla karşılıklı vuracağımız o duble..

Kitaro'dan silk road çalıyor beynimde... O huzur işte.

Pek çok anı bulacağım orada biliyorum ama döndüğümde burada canımı sıkan herşeyi de unutmuş olacağım.
Dönmek istemeyeceğim yine.

Ah şimdiden orada olmak istedim.
Halikarnas Balıkçısı hissi, o mavi...çoook mavi.

Anladınız siz beni. 
:)

2 Haziran 2012 Cumartesi

Umutsuzluk en büyük günah

Bundan yıllar önce...
11-12 yaşında bir kız çocuğuyum.

Bodrumdayız...
Grup Ayna bir albüm çıkarmış ve her yerde "Ceylan" çalıyor.
Yanlış değilsem yıl 99 yazı.
Abim almış albümü.
Değişmemiş formatı ve içnide "Artık herşer bitti" de var.

Belki Ayna ile Bodrum'u kafamda o yüzden birleştirmişimdir bilmiyorum.
Ne zaman yazlığa gitsem Erhan Güleryüz ile Cemil Özeren'in birbirine karışan sesini duymak isterim.

Neyse konu bu değil aslında...
Bugün kafamda bir şarkıları çınlayıp duruyor.

"... Herşeye rağmen gökyüzüne bakıp güzel bir şeyler hissetmek ne güzel.
     Umutsuzluk en büyük günah, bunu bil, böyle bak hayata! ..."

Bir arkadaşımla dertleşirken farketmeden fonda bu şarkıyı dinlediğimi şimdi anımsıyorum.
O an, sanki evren fona bu şarkıyı koydu. Ve ben bu şarkının verdiği gazla sadece arkadaşıma değil,
aynı zamanda kendime mırıldanır buldum aynı cümleleri. Tekrar ve tekrar...

"Hayat öyle güzel ki, biz bu yaşa kadar o kadar çok emek harcadık ki; kimsenin hakkı yok bizi üzmeye.
Hiç kimse senden önemli değil. Hayatın senin tamamen, ne yaparsan kendine yapıyorsun. Ve merkezde olması gereken de sensin. Asla bir başkası değil. Sakın umutsuzluğa düşme. Bilemezsin yarın neler getirir. Ne hayattan ne de kendinden vazgeçme. Bu sana haksızlık herşeyden önce. Neler atlattık biz, neler yaşadık. İnsanlar neler yaşıyor farkında mısın? Bu sorunlar, gözümüzde büyüyen dağ gibi belki de çok daha büyükleri yaşanıyor şu anda. Ne olabilir ki? Ne yapalım böyle olduysa yahu ölek mi? "

Gibi cümleler, cümleler....

Umutsuzluk en büyük günah diyordum kendi içimde. Vazgeçmek saçma. Ne yaşanırsa yaşansın gün doğdukça, nefes aldıkça filizlenecek iyi şeyler de kötüler gibi.
Bir denge bu!
Öyle bir sistem ki adaletsiz geliyor çoğu zaman ama tam bittim derken ayağa kalkacak bir neden buluyor ve o gücü hissediyorsun kendinde.

Zamansızca, durduk yere, sebep aramadan gülümsemeyi öğrenmeli insan.

Şimdi gözlerini kapa, inandığın herşeye sarıl sıkıca ve bul dinle o şarkıyı.

.... Umutsuzluk en büyüh günah, bunu bil, böyle bak hayata! ...

Minicik ellerinde bir bebeğin aşılmaz dağlar görüyorum. 

Yorgun gözlerinde bir ihtiyarın yıkılmış dağlar çiziyorum. 

Hayat bu ya, gelir geçer iyi günler, kötü günler. 

Herşeye rağmen gökyüzüne bakıp güzel bir şey düşün. 

Umutsuzluk en büyük günah.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Yazma çabası

Hazır mıyım yazmaya acaba?
Bilemedim şimdi.
Hatta ne yazacağımı da bilmiyorum, kelimeler o kadar anlamsız bu ara.
Geçtiğimiz günlerde hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım. Onun pişmanlığını yaşıyorum.
Ha belki başarmış olsaydım en büyük hata olmazdı. Herşey bitmiş olurdu, huzur olurdu belki benim için.
Hoş neticesi bilinmeyen yaklaşımlarda sonunda huzur var mıdır bilemeyiz.
Neyse.

Ben yine ne istediğimin kararını verme peşindeyim. Yüzyıllardır bunu düşünüyorum sanki.
Adaletsiz bulduğum o kadar çok şey var ki elimden ne gelir, nasıl düzeltebilirim binlerce insanın üzerine
oturduğu sistemi diye düşünmekteyim.
Rakı sofrasında olsaydık çoktan kurtarmıştık memleketi.

Yakın zamanda bir haksızlığa daha uğradım. Oldukça koydu.
İnsanlar bencil azizim. Senin psikolojin, sonrasında neler yaşayacağın umurlarında değil.
Kendi kendilerine seni de etkileyen kararları çat diye alabiliyorlar.
Sen yine sana kalıyorsun.
Şu hayatta dibine kadar güvenebileceğim bir insan bulsaydım, amele sümüğü gibi yapışır bırakmazdım onu.
O kadar koydu artık bu dengesizlikler, güvenilmezlikler vs.

Hala çekip gitme içgüdümle savaşıyorum. İçimde şu son 1-2 yıldır bastırmaya çalıştığım,
kimseyi tanımadığım diyarlara gidip herşeye baştan başlama hissiyatı var.
Hala onunla boğuşuyorum. Bir fırsat çıksa karşıma yapardım da.
Zor, göründüğünden daha zor biliyorum.
Ama temeli zayıf yapılmış bir bina gibi, üstte bir şeyleri düzeltiyorsun başka şeyler patlak veriyor.
İnsan ne yaparsa kendisi yapıyor.
Yaşadığım her iyiliğin ve her bokluğun temelinde kendim yatıyorum.
Onu da biliyorum ancak yine de koyuyor.
Yazmış olmak için yazdım bu defa, hani belki yazmaya devam etmemi sağlar diye.
O yüzden bu anlamsızlık yazıdaki.

Eyvallah.

29 Nisan 2012 Pazar

Son 1-2-3

Uzun zaman olmuş yazmayalı.
Bir sürü saçma sapan olay oldu, ben beklentilerimi sıfırladım hayattan vesaire.
Yazmak için o kadar çok neden vardı ki nedenler yazma isteğimi sıfırladı.

Ciddi dersler çıkardım hayattan bu süreçte.
1. İnsanlar bireysel nedenlerle sizin hayatınızın ağzına yüzüne sıçabilirler.
2. Kimse vazgeçilmez değildir (eş, dost, sevgili hatta akraba)
3. Hayatınıza müdahale etmelerine ne kadar çok izin verirseniz o kadar işi abartırlar.
4. İnsanların yargılarını, düşüncelerini değiştiremezsiniz. Öyle ki siz ne kadar iyi bir insan olursanız olun, kötü olduğunuzu düşünenler hep olacaktır. O yüzden, şöyle bir insan olayım diyerek yaşamaktan çok, mutlu olmak için yaşamak mantıklıdır.
5. Bazen hiç farketmediğiniz kadar sever sizi insanlar, farkettiğinizde şaşırırsınız.
6. Kelimelerle etiketlemek anlamsızdır kimi olayları. Kendinizi iyi hissediyorsanız yaşayın gitsin.
7. En yakınınız dahi olsa sizi zora sokuyorsa uzaklaşmak lazım bir süre. Belki düzelir, belki düzelmez durum. Ama cevaplayamayacağınız soruları dinlemekten kaçınmak lazım.

Bu liste uzayıp gidiyor aslında. Hayata dair pek çok çıkarım işte. Hepsi benim için aşırı önemli çıkarımlar oldu.
Yeni bir şeyler olup  değişime uğrayana kadar derslerim bunlar benim.

Evet itiraf ediyorum hala canım yazmak istemiyormuş bunu farkettim.
Gittim ben.

16 Nisan 2012 Pazartesi

yine mi

Ben kendi blogum olsam sinir olabilirdim.
Keyfim yerindeyken hiç yazasım gelmiyor. Zoraki yazıyorum mutlu yazıları.
Canım sıkkınken ve kimseye bir şey anlatmak istemiyorken ise hep buralarda buluyorum kendimi.
Dışarıdan yazdıklarıma baktığımda nasıl depresif buluyorum bilmezsiniz.
Ama yapacak bir şey yok galiba, ben mutsuzken yazan bir insanım.

Herşey üst üste geliyor ya da ben klasik bir insan olarak canım sıkılınca bunu söylüyorum bilmiyorum.

Canımı kümülatif olarak sıkan, kimselere anlatamadığım bir derdim zaten var. Yazınca ne kadar kolay oldu böyle. Sorun değilmiş gibi durdu. Oysa sürekli bir dikenli telle iç içe yaşamak gibi. Parçalıyor, iyileşmeye fırsat bulamadan tekrar parçalıyor.

Bugün bir de olmayan bir an, beni geçmişe sürükledi. Düşündüm, hatırladım, üzüldüm.
Hayır dedim teslim olmayacağım.
Ben duygusuz olmayı deniyordum da son zamanlarda. Hani hiçbir şey canını sıkmaz gibi duran insanlar var ya onlardan biri olmaya çabalıyordum.
Oysa dün çok üzülmüştüm, bugün çok üzüldüm.
Bir de üzerine yenmek için çok çabaladığım ve tam oldu sandığım bir his bir olayla geri geliverdi.
Bir şey hissetmedim gibi oldu ama farkettim ki sirenlerim çalıyor beynimde.
İçimde fırtına koptu kopacak...

Kendimi yine leş bir inanan modunda rakı içip dua ederken buldum.
Klasik müslümanlar kızacaktır, ateistler saçma bulacaktır. Neyse...

Öyle anlar var ki herşeyi söylemek istiyorsun, yanınızda biri olsun ve bugüne kadar anlatmadığınız, doğrusu anlatamadığınız herşeyi salya sümük ağlaya ağlaya ortaya bırakmak...
Konuşmak saatlerce, ne varsa dökmek ortaya.
Ya da tam tersine hiç bir şey anlatmamak, sadece susma öylece.
Sadece ağlamak...

Ya da kalkıp aniden çıkmak ve düşmek yollara. Nereye gittiğini bilmeden, telefonunu falan almadan, üzerindeki kot t-shirtle kıta değiştirmek, olduğun yere en uzak o noktaya gitmek... Tanımadığın insanlar günaydın ve iyi geceler demek. Unutmak herkesi, herşeyi...Geride bırakmak bugüne kadar tanıdığın herşeyi, tüm sıkıntılarının sebebi onlarmış ve sende aslında sorun yokmuşçasına.

Geçenlerde birilerinin twitterda yazdığı bir cümleyle dalga geçiyordum : " Rakı sana acı geliyorsa yeterince acın yoktur."

Şu an ulan acaba eleman haklı mıydı diye düşünürken içime nasıl bir arabesk kaçtığını düşünerek utanıyorum.
Zira içtiğim şey acılıktan çok uzak.

İşin içinde tuhaf bir yön var. Bugün üzüldüğüm 3 şeye de çözüm bulamam. Benim elimden gelen bir şey yok.
Çoktan benden çıkmış meseleler...
Biri taşımaktan yorulduğum bir olay ve onun etkilerinin bana sıçrayarak hayatımı çalkalaması...
Diğer tesadüfi bir olay ama işte bugüne rastladı.
Ve sonuncusu da geçmişten gelmiş.
Hani böyle anı kutuları vardır.
İçinde size kötü anları hatırlatan ama sevdiğiniz bir şeyler bulunur.
Ne atabilirsiniz ne de çıkarıp baş köşeye koymayı kaldırır yüreğiniz.
Öyle bir hikaye işte...

Kafamdan o kada rçok düşünce geçiyor ki şu anda.
Ulan sanki yeterince materyalist bakarak bile bulabileceğim sıkıntı yokmuş gibi, bir de işin ruhani sıkıntılarına takılayım.
Vazgeçtim daha fazla yazmayacağım şu an.

8 Nisan 2012 Pazar

Beynin kirlenmiş senin, onu bir yıka öyle gel.

Biraz düşündüm de...
Evet zaman zaman yapabiliyorum :)
Neyse, konuyu cıvıtmaya çok müsait bir psikolojim var şu an; malum hava açtı, çiçekler böcekler, kısa kollu gezilebilen bir hava vs...

Neyse, ne diyecektim ben.
Heh evet!
Bence baskılanan beyinler sapıtıyor arkadaş.
Ve istedikleri kadar eleştirsinler bizim nesli, bencil desinler bize, idealizm yoksunu bulsunlar, sorumsuz bulsunlar, saygısız falan filan...
Biz özgür olmak için çabalayan bir nesiliz. Ben onu söyleyeceğim.

Bir muhabbet esnasında iyice algıladım ki anlattıklarımız karşımızdakinin şekil süzgecinden geçip onun sahip olduğu kalıplardan biri olarak gidiyor beynine. Bunu anlatan bir sürü söz de söylenmiş zaten. İşte anlattığımız karşıdakinin algıladığı kadardır, yok efendim insan kendisi nasılsa karşıdakini de öyle zannedermiş gibi laflar.

Sonra geçmiş kuşaklara baktım.
Benim arkadaşlarımın cinsiyeti yoktur mesela. Hani böyle harbi arkadaşlarımı kadın- erkek ayrımı yapmadan severim. Onlar cinsiyetlerini yitirmişlerdir benim gözümde. Aynı yerde yıllarca yaşasak bokluk çıkmaz bence.
Geçmiş kuşak ise şöyle bakıyor: bir kadınla bir adam aynı yerdeyse kesin bir bok oluyordur.

Heheh, hayallerinizi, iğrenç beyninizi yanıltmak istemem ama olmuyor abilerim ablalarım öyle değil o işler.
Tam tersine emin olun, bir kadın ile adam arasında bir şey olacaksa evde 10-15 kişi de olsa onlar boş oda bulur. Ama sizin o bir bok var sandığınız durumlarda genelde o iki farklı cinsiyet, o kafalarına kazıdığınız cinsiyeti unutmuş, oturmuş, dertleşiyor, içiyor, oyun oynuyor, film izliyorlardır.

Ah pardon, hayal kırıklığına uğratmak istememiştim sizi ama yanılmış atalar, ateşle barut yan yana bal gibi de duruyor.
Vallahi var arkadaşım, bana bir şey hissetmeyen benim bir şey hissetmediğim, çok eğlenebildiğim, yanındayken huzur bulduğum karşı cins arkadaşlarım var.
Hadi gidin beyninizi bir suya tutun!

26 Mart 2012 Pazartesi

Özlüyor insan

Ansızın özleyiveriyor insan.
Sebepsizce geliyor aklına anılar.
Ne bileyim durup gülümseyişi geliyor aklına kötü hiçbir şey olmamış gibi.
Muzipçe bakıyor sanki karşında.
Koşuşturmalar, gülüşmeler.
An donsun, yelkovan-akrep işlemesin istenen tüm o yaşanmışlıklar.
Oturulan minderler, gece yarısı ağlayarak edilen telefonlar.
Sırlar geliyor sonra.
Hiç söylenmemişler...
Verilen sözler diziliyor önüne,
Ne kadarının tutulduğunu düşünüyorsun.
Gözlerindeki hüznü anımsıyorsun kızdırdığında,
Şimdi şu an yapmışsın gibi üzülüyorsun.
Kendi çapında gönlünü alışını hatırlıyorsun sonra.
Sıcacık anılar...Gülümsüyorsun.
En son veda ediş anın geliyor aklına.
Elveda da demedin ki aslında.
"Görüşürüz" dökülüyor dudaklarından ama
Kelime ağzından çıktığında biliyorsun ki o bir elveda.
İndiğin merdivenler, yürüdüğün o yol.
Arkana dönüp son kez baktığın o karanlık yer.
Ağlarken telefona sarılıp dertleşmek üzere aramak yakınını.
Sonra biraz kendine gelip seni bekleyen arkadaşlarına karışmak.
Ve tutamamak yine gözyaşlarını.
Yaşanmamışlıklar...
Ve delirmişçesine gelen o huzur...
Her veda, her elveda ve her görüşürüzün ardında gizlenen uzun hikayeler
Hayallerin bitişi ve yenilerinin başlangıcı
Hiç yaşamasan da iyi ki vardın diyorsun.



Siyah İnci


Bir nevi çirkin ördek hikayesi değil midir bir siyah inci hikayesi de.

Toplumda alışılmışın dışında olan ne varsa ilk tanıştığı şey yargılanmaktır.
Koca koca insanlar bile bu konuda çocuk gibidirler. Öyle ki bir çocuğun açıkça ifade ettiği dürüst acımasız cümleleri dürüstçe sarfedemeyecek kadar aciz ve zavallıdırlar. Arkanızdan, sinsice, kendi içlerinde ya da yandaşlar bularak yaparlar bunu.



Hayatınızda en az 1-2 kere siz de siyah inci oldunuz.Sizden bir doktor, mühendis, öğretmen olmanız beklenirken müziği, dansı, tiyatroyu seçtiğinizde siyah inciydiniz. Beklenenin dışına çıkacak kadar cesur olduğunuz için aptallıkla, mantıksızlıkla, gerçekleri görememekle suçladılar sizi. Anlamadılar ki, anlamaya çalışmadılar ki siz dans ederken sizdiniz. Notaları duyduğunuz anda sıyrılıyordunuz o yargılardan. Ve umrunuzda değildi, bir annenin çocuğuna sahip çıkma hissi gibiydi sizin için sanatınız. Resminiz dünyaya verdiğiniz bir hediyeydi ve onlar bilmese de değerini umrunuzda değildi. Ama yordular, yıktılar çoğu zaman sizi.

Herkesin yalan söylediği bir konuda dürüst olduğunuzda terbiyesizlikle yaftaladılar. Ya da bunun yerine gelebilecek pek çok kelime. İstediğinizi istiyorum demek ya da istemediğinizi ifade etmek büyük ayıptı. Ama yüzlerine baka baka yalan söylemek kabuldü hertürlü ortamda. Misal yanlış bir insanı sevdiniz, onlara göre yanlış. Seferber oldular, olmaz dediler. Bazen o kadar yordular ki ömür boyu özleyeceğinizi bile bile elveda dediniz sevgiliye. Ha bu sevgili bir insan da olabilir bir hobi de bir arkadaş da. Sizi sevdiklerinizden ayırdılar ya da sevmediğiniz şeylere mahkum ettiler. Çünkü sizin siyah inci yönünüzü gördüler, yok edilmeliydiniz.

Üstelik bu siyah incilik o kadar özneldi ki. Şu an burada bu toplumda bu görenekte beyazken, buradan 20-30 km sonra siyahlaşabilen bir yapıydı bu. Çocuk aklınızla bile ne zaman nerede ne yapılacağını çözmeliydiniz. Evde annenize açık açık "Ben Zeliha teyzenin kızını sevmiyorum şımarık o" diyebilirken, Zeliha Teyzenin yanında aynı cümleyi kurduğunuzda "ÇOK AYIP" oluyordu.

Bizler, Türkiye'de çocukluğumuzdan başlayarak riyakar bir nesil olarak yetişmeye zorlandık. Siyah inciliklerimiz ya yok olmalıydı yahut tenha köşelerde kendi kendimize çıkardığımız birer süs eşyası olarak kalmalıydı.

Bir de bunu başından beri reddedenler oldu. En cesurlarımız, hani sizin asi bu çocuk dedikleriniz, inatçı olarak atfedilenler. dik başlı, sorumsuz, saygısız bilinenler. Yerine göre ibne, orospu, orospu çocuğu işe yaramaz, namussuz da diye anılanlar. Onlar bırakmadılar siyah inciliklerini. Ömür boyu bırakmayacaklarına and içtiler farkına varmadan. Onlar yazdılar, çizdiler, konuştular, sustular. Seçtikleri yoldan, benliklerinden vazgeçmediler. Onlar yalnızlığı seçtiler beyaz inciler toplumunda. Şiddet gördüler, hakarete uğradılar, hep salaklıkla damgalandılar. Farklılıklarından ötürü idam edildiler.


Etrafınızda bir siyah inci varsa kıymetini biliniz, sizin böyle bir yönünüz varsa vazgeçmeyiniz. Bir gün anlaşılacaktır değeriniz. Anlaşılmasa da kendiniz olmak en büyük hakkınız değil miydi başından beri?
Kendi seçimimizle gelmediğimiz bir dünyada kendi seçimlerimizi yaşamaktan daha doğal ne olabilir?
Vazgeçmeyiniz ve sizi siyahlıkla suçlayanları s*ktir ediniz!

25 Mart 2012 Pazar

Bunu kendime ben yaptım, onu kendine sen yaptın!

Hayat seçimlerden ve sonuçlarına katlanmaktan ibaret.
Yol ayrımlarına geliyoruz. Ve tercihler yapıyoruz. Tüm yaşam döngümüz bununla belirleniyor.
Kelebek etkisi dediğimiz olaylar giriyor işin içine. Olasılıklar üzerine olasılıklar.
Yani yaşamanın milyonlarca yolu var.

Mutluluğu da biz seçiyoruz mutsuzluğu da.
Hatta kandırılmayı da.
Seçmediğimiz nadir şey öldürülmek, tecavüze uğramak, gaspa darpa vesaireye uğramak gibi başkalarının bize yaptığı şeyler.

Çoğu zaman salak olmayı da biz seçiyoruz.
Belki tuhaf gelecek ama aldatılmayı, aldanmayı ve kandırılmayı da biz seçiyoruz.
Riske giriyoruz; bir insana güvenmek ya da güvenmemek?
Yanlış insanlara güvendiğimizde aldanıyoruz, aldatılıyoruz, kandırılıyoruz.
Canımız acıyor belki suçluyoruz o insanı ama onu kim seçti?

Bırak Allah aşkına aşık olmak da bir tercih, çünkü istediğimiz anda herkesi unutabiliyoruz.
Bana sonsuza kadar süren aşk hikayeleri anlatmayın şimdi, yok öyle bir şey.
İnsan o kadar bencil ki!
Kimi için 1gün kimi için 5-10 yıl bir insanı unutmak. Ama sonuçta nesamesi okunmuyor başkalarının hayatımızda.

Bunları söylüyorum ama aslında kendime vaazımdır bu.
Kim yalan söylediyse bugüne dek hepsinin sorumlusu benim.
Ne kadar kırıldıysa kalbim ben yaptım bunu kendime.
Güvenmemek gibi bir seçenek de vardı her zaman.

Peki ya insan güvenmeden yaşayabilir mi?
İşte ben de bunu sorguluyorum bu günlerde.
Bir süre üzülmeyeceğim kararım bu yönde.

23 Mart 2012 Cuma

beyin-psikoloji ortaklığı


 Hani üzülüyoruz ya. Bir şey oluyor bende herkesde oluyor mu merak ediyorum.
Çok üzüldüğüm zaman daha doğrusu sevdiğim birisi beni çok kırdığında o psikolojik acıyı fiziksel olarak da hissediyorum.

Beynim bunu bana neden yapıyor bilmiyorum. Ama öyle anlarda kalbim cidden bir sıkışıp acıyor, nefes alamayacak gibi oluyorum. Gözlerim yanıyor. O ağlamaya direnmekten de oluyor olabilir sigara dumanından da.
Ama insanın kalbi ciddi ciddi neden acır ki? Nasıl bir psikoloji-beyin işbirliğidir bu?
Saçma yani acıyacaksa beynim acısın, diğer insanlar gibi başım ağrısın.
Hoş migrenim tutsun istemem bu sızıyı tercih ederim.

Neyse öyle aklıma geldi yazayım istedim.
Gidip kitaplarıma kendimi gömmeyi planlıyorum an itibariyle.
Haftasonu hasta olmasam iyiydi.

Ayın oğlu

Son 48 saattir neredeyse sürekli aynı parçayı dinliyorum.
"Hijo de la luna"


Ben hikayesini ve hissettirdiklerini anlatırken buyrun siz de dinleyin.
Hatta bir kere yetmez bir kaç kere dinleyin.




Eski bir ispanyol balladıymış efendim bu parça.
Hikayesi biraz kafa karıştırıcı. Zira sözler çevirildiğinde anlamında bozukluk oluşuyormuş birazcık. O yüzden de insanların kafası karışıyor. Benim sevdiğim versiyonu ise şöyle hikayenin:


Bir çingene kadın, çingene bir adamı sever ve aya kendisini onunla evlendirmesi için yalvarır.
Ay kabul eder ama der: Doğacak olan ilk çocuğun benimdir.
Çingene kadın bu duruma biraz isteksiz olsa da kabul eder ve 
"Bu çocuğu alsan da sen asla bir kadın olmayacaksın, ne yapacaksın bir çingene çocuğunu" diye ayla dalga geçer.
Çocuk doğduğunda bembeyazdır tarçın renkli bir çingene çocuğu olması gerekirken.
Çingenenin kocası aldatıldığını ve onurunun zedelendiğini düşünür ve karısını defalarca bıçaklayarak öldürür.
Çocuğu da ormana bırakır.


Derler ki: Çocuk ne zaman mutlu olsa ay dolunay şeklindedir
Ve çocuk mutsuz olup ağladığında ise ay bir beşik gibi onu sallayabilmek için hilal haline bürünür.


Böyle bir efsane işte.
Çok seviyorum.
Bir şekilde hüzün, mavilik, sevgi,terkedilmişlik, çaresizlik sızıyor sanki notaların arasından.


Sözlerinin Türkçe çevirisi de şöyleymiş:


Aptalın vücut bulmuş hali o adam;asla anlamayan... 
Bir efsane anlatılır, bir çingene kadınının 
Ay ışıyana kadar yakardığı. 
Şafak çökerken, 
Evli olduğu çingene adama 
Yalvararak ağladığı. 
Gökyüzünden dolunay, 
"esmer tenli bir erkeğin olacak" dedi. 
"Fakat karşılığında 
O adamdan olacak ilk çocuğu isterim. 
Yalnız kalmamak uğruna çocuğunu kurban edecek kadın 
Çok aşık sayılamayacığından o adama" 

Koro: 

Ey ay, anne olmak istiyorsun 
Fakat seni kadın yapacak o aşkı 
Asla bulamayacaksın. 
Söyla bana ey gümüşten ay, 
Nedir yapmaya niyetlendiğin 
İnsandan olma bir çocukla. 
a-ha-ha, a-ha-ha, 
Ayın oğlu. 
Tarçın tenli babadan olma bir oğul. 
Bir Ermin(yırtıcı bir hayvan)'nın sırtı kadar beyaz, 
Zeytinden zeytin yeşil gözlü... 
Ay'ın albino oğlu. 
"Lanetler olsun görünüşüne! 
Bu çingeneden olma bir çocuk olamaz 
Ve ben buna tahammül etmeyeceğim." 

Koro: 

Onuru zedelendiğine inanan çingene 
Gitti karısına,elinde bir bıçakla. 
"Kimin oğlu bu? 
Gözgöre göre aptal yerine koyuyorsun beni! 
Ve yaraladı kadını ölümcül şekilde. 
Kolunda çocuk 
Gitti ormana. 
Ve terk edip gitti onu oracıkta. 

Koro: 

Ve geceleri ay dolunay gözükür; 
Eğer Çocuğun keyfi yerinde ise. 
Ve eğer ağlarsa çocuk, 
Ay söner 
Sakınmak için onu. 
Ve eğer ağlarsa çocuk, 
Ay söner, 
Sakınmak için onu. 

22 Mart 2012 Perşembe

Melankoli'den gelen mim :)

Çok heyecan duydum zira ilk mimim. Ve Melankolik Damlalar'a bu mim için teşekkürlerimi sunarım. Zira "kimse okumasa da kendime yazıyorum" zihniyetiyle yazılan bir blog için bu bir keyif oldu.


Ve evet başlıyoruz:


1. Kendini seviyor musun? 
Çok seviyorum hem de. Kendimi sevmeseydim yaşayan her varlığın iyi olduğuna inanabilen bir yapım da olamazdı. Varlığım varlığıma armağan olsun, o derece :)
Sadece içimdeki farklı benlikler kavga edebiliyorlar ve onların kapışmaları sıkıntı yaratabiliyor. Onun dışında iyiyim. Çok iyiyim . 


2.Yapmaktan hoşlandığın şeyler nelerdir? 
Sevdiğim her türlü şey ile vakit geçirmeyi seviyorum; ailem, arkadaşlarım, doğa, hayvanlar, kitaplarım, müzik, hiç tanımadığım insanlar vs. O an neyi seviyorsam onun yanında olmak mutlu ediyor. Sahiller, yeşil manzaralar gibi açık alanlarda saatlerce oturabilirim. Yazmayı seviyorum. Sinema, tiyatro gibi etkinlikleri, konserleri, evden nereye gideceğimi bilmeden çıkıp kendimi bir yerlerde bulmayı daha doğrusu kaybolmayı. Müze, tarihi eser ziyaretlerini de severim mesela.
Yapmaktan hoşlandığım o kadar fazla şey var ki o yüzden yaşamayı seviyorum sanırım.


3. Hedeflerin nelerdir?
Huzur. Nihai hedefim bu. Hep onun peşinde koştum ve hep onun peşinde koşacağım büyük ihtimalle. Tabii ki belirli hedeflerim de var ama ben gerçekleşmeyen hedeflerimi paylaşmaktan pek hoşlanmam.
4. Kendini bir cümle ile anlatabilir misin?
Başıma ne geldiyse dürüstlüğüm ve iyi niyetimden geldi.
Bir de "ben normalim onlar anormal!"


5. Nefret ettiğin şeyler nedir?
Birine muhtaç olma durumundan nefret ederim. Allah kimsenin yardımına muhtaç bırakmasın beni yakın uzak kim olursa olsun. Birinden bir şey istemekten hiç hoşlanmıyorum. Bu kendi adıma sevmediğim bir şey.
Güvenimin kırılmasından nefret ederim, en kötü gerçeği en tatlı yalana tercih ederim. Rutin olarak söylenen bir cümle olarak söylemiyorum bunu gerçekten bana yalan söylenmesinden nefret ediyorum. 
Bir de son anda planın bozulması halinden nefret ederim hele ki giyinmiş hazırlanmışsam.


6. Favori şarkıların, filmlerin, kitapların?
Şarkılar:
Nouvalle Vague - In a manner of speaking
Bruce Dickinson - Arc of space
Stratovarius - Tears of ice, Tomorrow
Hijo de la luna
Filmler:
LOTR
Spirited Away
August Rush
Pride and Prejudice
(ya çok var daha aslında :S )


Kitaplar:
Şibumi
Yerdeniz beşlemesi
Koku
Eşruhların dansı


7. İlham aldığın kişiler kimdir?
İşte bu hep değişiyor.
Ama uzun süredir sabit kalan şahıs bir kitap karakteridir.
Nicholai Hel (Şibumi'den)


8. Death Note'u sen bulsaydın ne yapardın?
Çok düşündüm hakkında. Hala da emin değilim birinin ölüm kararını verebilir miyim. Genelde konuşurken çok asarım keserim vesaire ama iş vicdanımla bana kaldığında (eğer çok sevdiğim birine işkence etmemişse, öldürmemişse) birinin ölümünü isteyemem büyük ihtimalle. Yani bu benim işim değil. Hem zaten özünde herkesin iyilik barındırdığına inanıyorum çoğu zaman.


Bu mim için tekrar Melankolik Damlalar'a teşekkür ederim.


Ben de ;
LIVE THE LIFE, kizilsahin ve Bir Delinin Poliklinik Defteri 'ni mimlemek istiyorum.

Ama kendilerini uyarmayacağım gördükleri zaman yazabilirler ;)





16 Mart 2012 Cuma

Şefika Teyze

İlk tanıştığımızda ya ilkokuldaydım ya da ortaokul.
Ona dair zaman o kadar belirsiz ki beynimde sanki hep vardı hayatımızda.
Şimdi yıllar oldu görmedim. Nerdedir, ne yapıyordur kimbilir.

Şefika teyze bize yardıma gelirdi eve. Sırdaşımdı o yüzden.
Sabahları okula uyandığımda yatağımı toplamazdım çoğu zaman. Annemin çok kızdığı bir huyumdu.
Şefika Teyze'ye sorarmış hep: Yatağını toplamış mı? Çok dağınık mı odası? Çalışma masasını toplayacaktı toplamış mı?

Şefika teyze eve gelir gelmez ilk benim odama girer, yatağımı toplar, el yordamıyla odayı topla hale getirdikten sonra annemin tüm bu sorularına: Toplamış toplamış, yok toplu odası dağınık değil, evet masayı da toplamış gibi cevaplar verirmiş. Sonradan annem anlatıyor bunları.

Sigara içmeye başladığım zamanlarda ortalıkta unuttuğum çakmakları bir yerlere sıkıştırıverirdi bizimkiler görmesin diye. Hem de öyle güzel yapardı ki bunu benim bulacağım yerde olurdu hep o çakmaklar. Küller ya da dökülmüş tütün yok edilirdi hemencecik ardımdan.
1-2 yıl boyunca ben annemlere söyleyinceye kadar sakladı benim sigara içtiğimi.
Bana hiçbir şey söylemeden. Ben ona Şefika teyze n'olursun söyleme bile dememişken.

Ne getirdiyse yanında "Kızım bak bilmem ne getirdim ye açsan" derdi.
Öğle araları arkadaşlarımla gelirdim eve yemek yapar şarap falan içerdik.
Biz yokmuşuz gibi, o yokmuş gibi davranırdı huzursuz olmayalım diye.

3 çocuğu vardı, 1i avukat mıydı neydi. Diğer ikisi de Amerika'da üniversitede okuyor ve çalışıyordu o zamanlar. Öyle de bir anneydi yani.
Eli öpülesi kadın. Bayramlarda seyranlarda elini öperdim, gözleri dolar mutlu olurdu sanki çok tuhaf bir şey yapmışım gibi.
Az konuşulan tuhaf bir sevgi vardı aramızda. Üzüldüğümde üzülme kızım, geçer derdi. Annemle kavga ederdim, üzme anneni seni çok seviyor derdi.
Hayatımda tanıdığım en destek, en sır küpü kadındı belki de.
Anneannemin öğrendiği gün babama kızın sigara içiyor diyip ağladığını düşünürsek :)))
(sonra anneannemi sigara içiyorum diye teselli etmek zorunda kalmıştım. )

Uzaklarda bir yerde umarım mutlusundur Şefika Teyze'm. Kimse üzmüyordur inşallah seni.
Çünkü sen yüzündeki yaşanmışlık çizgileri, yumuşacık sevgi dolu kalbin, o yaştaki enerjin ve hayat doluluğun, halden anlayan en insan halinle o kadar hakediyorsun ki sevgi ve saygıyı. Umarım mutlu ediyordur seni çevrendekiler. Umarım çok yormuyordur hayat seni.
İyi ki hayatımdaydın.
İyi ki tanıdım seni saygı duyduğum kadın.

sek ya da uyum?

Ruhumda var, sek olmalı ne geliyorsa önüme.
Ne kadar katkısız, tadı ne kadar kendisi, herşeyiyle ne kadar safsa o kadar iyi benim için.

Çayı şekersiz içerim, Kahveyi sade ve şekersiz. Rakım sek olmalı. Öyle çok çeşit meze sevmem yanında da hatta. Sadece beyaz peynirle sonuna kadar yolu var.

Ne zaman karıştırsam bir şeyleri ağzımın tadı kaçar. 
Türk kahvesinin yanında gelen lokumu kahveyle yemem asla. Hatta genelde yemem.
Yemekte baharat olacaksa herşeyden olmamalı. Belirli bir tadı olmalı. Karabiber, köri, nane, kekik derken baharat çorbası tatlar benlik değildir. Ya da o uyum çok usta ellerden çıkmış olmalıdır.

Müziği çok enstrümanlı sevmem.
Mümkünse en fazla 3 adet.
En güzeli tek ses, eşsiz.

Hayat böyle benim için. Mutluluklarım ve hatta hüzünlerim katkısız olmalı. Aynı konuda farklı hisler taşımaktan hoşlanmam. Bir insanı ya severim ya sevmem. Ya özlüyorumdur ya da tersi.
Görmek istiyorsam görmek isterim. İstemediğimde git derim.
Ne düşünüyorsam söylerim. Belki daha önce farklı şeyler söylemişimdir o konuda. Ama o an söylediğim tam da o an hissettiğimdir. Önceden söylediğim yaptığım bağlamaz beni. Ya da o an söylediğim gelecekte de öyle düşüneceğimi göstermez.

Söz vermekten kaçınmaya başladım kendimi gördüğümden beri. Çünkü söz verirsem tutarım. Oldu ya tutamadım. Huzursuz olurum, ben sana böyle bir söz verdim tutamadım özür dilerim derim. O özrü dileyemezsem azap olur bana o süreç. 

Söylenmesi gerektiğini bilip de söylenmeyenler de yalandır benim gözümde. Başkası yaptığında da kendim yaptığımda da öyle hissederim. Suçlu suçludur kendi vicdanında. Birilerinin bunu bilmemesi onu masum kılmaz.
Ve herkesin lanetlediği insan da masum eğer hiçbir suçu yoksa.

Sevgi de böyle. Katıksız olmalı. Seversin, özlersin, yanında istersin, sevmenin getirileri vardır.
İşin içine binlerce şart koşul giriyorsa o işde bir problem vardır. 

Bununla birlikte hayatımın son yıllarında tabiri caizse uyuyor sandıkları ama uyumayıp etrafı dinlediğim anlarım var benim. İnsanların sen yoksun sandıklarında yaptıklarını inceler oldum. İşte bu tam bir karmaşa.

Soru şu ki: başbaşa kaldığında kendinle gerçekten kendine dürüst müsün?
Peki için rahat mı?
Ya insanlar onlar dürüstlüğünü haketmiyor mu?
Ya da yalan söylemeye değerler mi gerçekten?

Bazen kendimi çok şey öğrenmiş hissediyorum bazen de sıfır.
Belki kendi sekliğim farklı tonlar barındırdığından kaldıramıyorum daha fazla karmaşayı.
Şu an bu yazıyı yazarken de aklımdan geçen şey: sorun belki de saf olması değil, uyumlu olması.
Ahenk çözebilir mi karmaşaları?
Çünkü uyumlu varoluşları severim.
Peki başlangıçta uyumlu gelen şeyler sonradan uyumsuz hissi verebilir mi?
Sıkılır mıyız uyumlardan da?

Hayat düşününce karışık, düşünmeyenlere sempatim de bundan. Şimdi hiçbir şey umrunda olmayan o adam ve kadınlar kimbilir kaçıncı uykuda?
Yastığa başını koyar koymaz uyuyabilen insandan korkarım çok alkollü değilse.
Belki de kıskanıyorumdur hemen uyuma potansiyellerini.

Kendini %100 tanıdığını zanneden en çok yanılandır, zira o tanıma sürecinin hiç bitmediği tek insan kendimiziz. Yine bunu bilir bunu söylerim ben.



14 Mart 2012 Çarşamba

"Gün doğmadan neler doğar"


"It's always darkest before the dawn" diyor ya şarkıda ... Bizde de "Gün doğmadan neler doğar" ya da  "Yarın ola hayır ola" gibi ifadeler vardır.


İyiyim şimdi. Galiba zaman zaman herşey kötü gitmeden iyi haberler gelmiyor. Aslında tamamen düşünsel. Nasıl hissedersek öyle yaşıyoruz gibi geliyor. Bir kitapta "Olaylar bizim onlara verdiğimiz duygusal tepkiler kadardıraslında." derdi. Kimbilir ne zaman okudum, hangi kitap? Ama aklıma kazınmış bu cümle. Nasıl yorumlarsak, nasıl hissedersek ortada var olan odur. Berbat bir şeyi çok da kötü değil gibi algılamak bizim elimizde galiba bu bakış açısına göre.


Dün kötüydüm, bugün kötüden halliceyim. Biraz kendime geldim, kafamdaki düşünceler biraz yerine oturdu. Ne yapacağıma karar verdim bazı konularda. Ve beni öldüren kararsızlık hali çekiliyor gibi üstümden. En azından seçeneklerimi görebiliyorum şu an için. Bir süre alkolden uzak durmayı planlıyorum. Ve beni üzen, huzursuz eden insanlardan. Çekip giden dostları düşünmekten vazgeçtim. Herkes ne yapmak isterse öyle yapacak ve ben de. Üstelik başkalarının kararlarının benim hissiyatımı etkilemesine izin vermeyeceğim. Bunu yapabilmek için biraz daha umursamaz bir insan olmam gerekecek muhtemelen. Tam anlamıyla başarabilir miyim bilmiyorum ama denerim.



Ve yeter ya!!!
İstediğim tek şey huzur yine. Uzun zamandır hissedemediğim şeyi hissettim az evvel. Yazıya başlamış devam edememiştim. Arada olan olaylar o gücü tekrar bulmamı sağladı. Tek istediğim şey huzur ve bunun önüne çıkacak her türlü engeli ezip geçerim. Kimseye ihtiyacım yok.
Hayatımda olanlar ben varlıklarından mutlu olduğum için oradalar. Karşılıklı taraflardan biri mutsuzsa iki taraf da çıkıp gitmek de özgürdür. Ve bu her türlü ilişki için geçerlidir. 
Böyle olması gerekiyorsa böyle.
Sıkıldım.
Düşünmekten, suçlanmaktan, hesap vermekten, anlatmaya çalışmaktan, anlamaya çalışmaktan ....
Yetti be! dediğim ana geldik işte.
Oluyor bu böyle geçiyor sonra.
Umarım uzun sürer.
Yazma isteğim de kaçtı şimdi.
Gidip dizi izleyeceğim.
Yarın önemli benim için.
Dün mü? Salla gitsin!


Evet herşey güzel olacak, olmadı ben güzel yapacağım yarınımı.


Ok Bye!