28 Aralık 2011 Çarşamba

Arınmak ve huzur

Sevgili okuyucu eğer bu yazıyı okuyacaksan bir şartım var! Lütfen önce alttaki videoyu çalıştır ki ruhuna salınabilsin okurken. Ya dinle ya terket demiyorum tabii ama dinle lan işte n'olur sanki =)


   İyi değildim son zamanlarda, son saatlerde. Hatta o kadar iyi değildim ki kimseyi aramadım, kimseyi sormadım. Kırdım hatta bazı sevdiklerimi biliyorum. Kendimi de kırdım bol bol saçma düşüncelere boğarak, boğularak. Evden çıkmadım. Aynı evin içinde ailemin yanına inmedim. Oyun oynadım, dizi izledim, müzik dinledim ve alkol alıp rahatlamaya teşebbüs etmeyecek kadar bıkkındım birşeylerden. Alkole gelene kadar yemek yiyor olmak bile işkence halindeydi. Midemi susturmak için ara ara zoraki birşeyler yedim. Kendini kendinden soyutlar bazen insan. Bu süreçte kırmaya kıyamadıklarımı bir idare etme çabası... Onu da pek beceremiyorum zaten. Neysem oyum, yansıyor illa ki...

  Bugün ağladım çokça. Elimde olmadan tutamadım artık bir yere kadarmış kendini kasıp normal durmaya çalışmak. Ne varsa canımı sıkan, ne kaldıysa elimde parçalanmış, neyin camları battıysa yüreğime hepsine bir temiz ağladım ve ağlıyorum da.

Hafifledi ruhum, arındım. Sonra gördüm ki; kendime inanmayı bıraktığım anda herkese inanmayı bıraktım. O kadar kötü düşündüm ki, o kadar gergindim ki. Kendimi sevemeyince kimseyi sevemedim. Herkese kızgın, herkese saldırmak ister gibi bir hal almaya sebep veren bir lanetti sanki üzerimden kalkan.

Bugün düşününce "Bir dur!" dedim. "Ne yapıyorsun sen ya? Sen mükemmel değilsin, kimse mükemmel değil. Kimsenin seni yargılamaya hakkı yok ve senin de onları yargılamaya. Öyle mutlularsa onlar adına mutlu olacaksın. Başkasının mutluluğu kötü bir şey olamaz ki? Ki bir şekilde seni mutsuz eden olaylar zinciri de olsa ortada su yolunu hep bulmadı mı? Bulamazsa yeni yol açmadı mı kendine?"
Farkettim ki evden dışarı adım atmamama rağmen o kadar gerilmişim ki vücudum bile yorgun düşmüş. Kendimi bırakınca fiziksel olarak bile rahatladım.

Geri döndü sevgim. Şimdi yine kendimi, sevdiklerimi eskisi gibi sevebiliyorum ve yine tahammül sınırlarım yüksek. Sabrım var yine. Hiçbir şey bitmedi, yitmedi. Yok olan bir şey yok. Hayat tuhaf bir ahenke sahip. Her yeni gün her yeni gece güzel pek çok şeye gebe.

İtiraf etmesi güç geliyor şimdi bana ama o kadar karanlık duygular sarmıştı ki beni, bende varolduklarını bile bilmediğim hisler. Misal çok yakın bir arkadaşımı bir başkasını benden çok seviyor galiba diye kıskandım. Yapmam böyle şeyler normalde, daha önce hiç yaşadığımı hatırlamıyorum. Demek ki insan yelkenleri suya indirdiğinde içindeki karanlık yöne, inanılmaz şeyler çıkabiliyor içinden.

İyilik de kötülük de var içimiz de; sonuç ise bizim hangisini sevip okşadığımıza göre şekilleniyor.

Şimdi ilk yapacağım şey yarın gidip kendime bir güzel efes dark brown depolamak. Biraz daha kendimi dinleyip iyice toparlanmak istiyorum. Sonra uzun zamandır göremediğim insanları arayıp sormak istiyorum. Yılbaşı planımız hazır zaten. Ve ardından diğer sorunlara bakabilirim; ben gibi, güçlü, mantıklı ama asla duygusuz olmayarak. Eh eni konu yaşanarak öğreniyor hayat.

Sevgiler,

27 Aralık 2011 Salı

Ağlamak Güzeldir

   Biriktiriyor insan. Güçlü durmaya çalışıyor. Gülmeye çabalıyor her ne olursa olsun. Yaşama azmi var elde, hava cıva değil. Gülenle gülüyorsun, ağlayana destek oluyorsun, canı sıkılana şebeklik yapıyorsun. Üzülme diyorsun, halledersin diyorsun vesaire...
Şimdi arka fonda :

İnsan biraz akıllanmaz mı diyor ya; hani bu aşk şarkısı falan ama dinlerken nasıl genele yoruyorum herşeyi belli değil. Böyle bir zaman tüneli, öğrenmediklerim, değişmeyen şeyler ...Karmaya küfrediyorum. Sık sık "Sevgili Karma, Siktir Git!!" diyorum.

Bu kadar üst üste gelince bir şeyler "Ama artık yeter!" diyor insan. Sabrın sonu geliyor hissi veriyor. Süreci bitirecek son nokta ne olmalı, nasıl bu üst üste gelmiş boktan olaylar silsilesi durur diye düşünüyor insan. Domino taşı etkisi resmen.

Neyse durdum durdum, boşalttım içimi bugün. Ağladım bolca, ağlıyorum da. Kapattım Sezen'in bu şarkısını ve bir diğerini açıyorum fonuma:


   Bıraktım kendimi, gerginliğimi ...Dibe vurayım da nolacaksa olsun artık dedim kendi kendime. Her damlayla biriktirdiğim herşey gider gibi oldu. Hala küfrediyorum karmaya. Ansızın gelen bir telefon biraz tünelin ucundaki ışığı gösterdi bana. Hep böyle oluyor. Bakalım nereye kadar.

Peki susabildim mi? Hayır. Niye ? Ağlamak güzeldir...bir süre ağlayacağım sanırım bir de bunu deneyelim. Uzun zamandır canımı sıkan herşeye gülmeyi denedim pek işe yaramıyor anlaşılan belki de bu işe yarar .

Ağlamak güzeldir ...

Özgürsün sen

 
   Yürü be, kim tutar! Özgürsün sen!

İstediğin kalbi kır, istediğini topla bulduğun taşlardan...Nasılsa yolda bırakırsın sıkılınca. Boş ılık meltemler estir ortada. Sözler ver, söz anlamına gelen cümleler söyle. Herkes herkesi çok sevdiğini sansın. Onu bunu ve hatta kendini kandır. Öyle ya özgürsün. Yaşmak için özgürsün, ölmek için de.

   Doğrusun sen!

Şu hayatta herkes, herşey yanlış. Ama sen doğrusun. Senin yolundan kimse gitmiyor olabilir. Eminsin fırsatları olsa hepsi o yoldan giderdi. Tabii ki sen farklısın. Ondan bu olanlar. Sen doğrusun, sen özgürsün.

   Eleştirilemezsin sen!

Dokunulmazlığın var senin, zırhın en güzçlüsünden, kalkanın en koruyucusundan ve gardını almana gerek bile yok aslında. Dünya savunur seni sen daha kılıcını kınından çekmeden.

   Eşsizsin sen!

Ondan herkes sana hayran, herkes sana hasta. Tanrı niye var ki zaten sen varken? Ne gerek var sen yaratırdın dünyayı tıpkı yarattığın gibi güzeller güzeli rüyalarını.

Gülmek mi? Hayır tabii ki gülmüyorum. Bilakis oturdum ağlıyorum ...

24 Aralık 2011 Cumartesi

Soru işaretleri, bunalım sorgulamalar ve fazlası ...karanlık olabildiğine

 
Bir cuma akşamı evde oturmuş oynadığım oyuna ki 85inde teyzeleri bile kendine bağlamayı başarmış bi oyun olmasına rağmen kafamı veremiyorum. Dizi izliyorum 5-10 dkdan fazla sürdüremiyorum. Geziniyorum internette. Öyle dağınık ve avereyim ki nette bile...Aklım parçalara ayrılmış ve dağılmış. Düşünceler düşünceler...Ket vuramıyorum kendime ve o çok sevdiğim huzur halini bile bulamıyorum ki şibumi gerçekten sürrealist bir fikir gibi kalıyor.

   Arınma ihtiyacı hissediyorum. Geçmişimden, bu günümden ve geleceğimden. Neden??? Ben bu hissi yaşamayayım diye iyi bir insan olmamış mıydım? Sırf bunun için adil olmaya çabalamadım mı en kızdıklarıma bile? Enin de sonunda sevmeyi öğrenmedim mi nefret etme çizgisinde olduklarımı ... Neden öyleyse, ne yanlıştı?

  Kimsenin elini tutmaya ihtiyaç yok derim çoğu zaman, insan kendi başına dimdik ayakta kalabilir. Diğerleri çoğu zaman airbag olmaktan ileri gidemez hayatta. Bugün öyle bir his taşıyorum ki ana damarlar dışında tüm kılcalları kuruttum bu tutkuyu besleyen. Şimdi sadece biyolojik olarak yaşam var. Umut var mı diye soruyorlar, bilmiyorum. Şüphesiz bilmek de istemiyorum önümüzdeki zamanda. Zaman dedim zira artık saniye, saat, yıl kavramım da şaştı kendini.

  Kaos ortamı hakimken ruhumda en kızdığım şey kendim oldum yine, hep olduğu gibi. Bir gün nefret edersem  birinden bir şeyden ona da kendime olduğum kadar acımasız olacağım. Ama yoo ben kimseye kendime olduğum kadar gaddar olamadım.

  Uzakta bir yerde, bilmediğim bir ses bir nefes ve bir sıcaklık var... Bazen çok yakın gibi geliyor mesafelere rağmen. Ona dair tek bildiğim şey varlığı. Varolduğunu biliyorum. Hepsi bu. Ne bir mazi ne bir şimdi, belki sadece gelecek. Kalp atışlarını hissettiğim bir melek belki hangi tarafta olduğu belli olmayan. Ve ben her hissettiğimde o ışığı duruyorum, beynim odaklanıyor, huzur buluyorum öyle bir huzur ki neredeyse tamamen başkası oluyorum ama kendim olan bir başkası. Kendimi görebiliyorum onda onu göremesem de. Hiç ısınmayan ellerim sıcacık oluyor. Konuşuyorum, susuyorum, şarkılar söylüyor birileri ve hayatımda hiç duymadığım dünyanın en tatlı en akıcı sesi. Zaman duruyor, zaman akıyor...
Böyle bir karmaşanın huzur neresinde diyorum ama inkar edemiyorum bulduğum huzuru o kadar gerçek ki.

Hayatım boyunca hayallerimden sıyrılıp gerçeklerimin (yo hayır belki de benim bile değiller- gerçeklerin) peşinden gitmeye çalışırken hangisi gerçek hangisi hayal farkedilemeyeceğini anladım. Dedim ya, karışığım, ve o ışık kayıp bir süredir.

Alışmaktan nefret ederim. Alışmamak için yaptığım bir şey yok ama alışmaktan hoşlanmıyorum. Alışıyorum...
Söz vermelerinden nefret ederim insanların çünkü tutulmadığında benim için hiçleşiyorlar ve hiçleşmeleri beni üzüyor. Zorlanmak... Bir şeyleri yapmam için, bir şeyler olmam için zorlanmak yırtıcı ve vahşi ilkel bir benliği körüklüyor içimde. Önüne geçmem zor oluyor, yıpranıyorum.

Ben sadece o ışığı istedim hepsi bu. Diğerleri mi? İyi günlerimde hep vardılar. En yakın olanı bile hayatın akışıyla birlikte ağırlığı fazla olan batmak üzere bir gemideki en ağır yük sizmişçesine ve olağan şekilde sulara bırakıyor sizi. Sorun değil. Ben denizi severim. Sorun şu ki ben yük atmadan o gemide topluca ölmeyi tercih edenlerdenim. Hadi buyrun. Şimdi gerçekçilik mi hayalperestlik mi?

Deli saçması yazı yazmaya başlamışken; deli diyebilirsiniz, ki zaman zaman havai, uçarı, deli, uçuk kaçık gibi sıfatlarla süslüyorsunuz sizin yarattığınız benliğimi. Yok be yavrum, sizin lügatınızdaki deli korkarım bendekinde  farklı açıklanıyor.


Dipnot: Kimse anlamasa da yazarım diyen sevgili yazar, bence aranıza hoşgeldim =)

22 Aralık 2011 Perşembe

who do you think you are

Son günlerde duygusal olarak dengesizim, bunun tanısını kendim bile koyabiliyorum yani :)

Bir şarkıya takıldım deli gibi... Durup durup dinliyorum. Ki çok alışılmadık bir şey değil. Nadir parçalar bu etkiyi yapıyor bana. Ama sözleri o kadar etkiledi ki. Üstelik kimseye atfedemiyorum. Böyle parça parça sözleri çarpıyor. En çok da "who do you think you are" dediğinde böyle bi sanki nefret kusuyorum hissi veriyor. Halbuki kimseden nefret etmiyorum. Edemem de.
Hatta biraz özet söz geçeyim (çeviriyi kim yaptıysa saygılar ) :
who do you think you are?
Sen kendini kim sanıyorsun?
runnin’ ’round leaving scars
Etrafta yaralar açarak dolanıyorsun
collecting a jar of hearts
Kavanozda kalpler biriktiriyorsun
tearing love apart
Aşkı parçalara ayırıyorsun
you’re gonna catch a cold
Soğuk kapacaksın
from the ice inside your soul
Ruhundaki buzdan
don’t come back for me
Benim için geri gelme
who do you think you are?
Sen kendini kim sanıyorsun?

Hayır olsun =) Geçer yakında.
Şarkıyı da koyayım bu kadar bahsetmişken .

Sinir harbi

Tek ihtiyacımız huzur ve sessizlik olduğundan evren kendini hatırlatırcasına gürültü yapıyor. Kopmaya izin vermiyor hayattan. Kızgınım işte. Bi huzur ya lütfen!

Kimse değişmiyor tüm değişimleriyle bile. Resmin tamamına baktığında aynı insanlar. Eğlenceliyse eğlenceli, güvenilmezse güvenilmez, dürüstse dürüst... Çabalar bu kadar yersiz mi diye düşünüyorum. Nasıl olumsuz uyandım sabah sabah =) Ama şu an böyle hissediyorum. Olmuyor işte bazen, değişmiyor insanlar, olaylar...

Çaba harcamak istemiyorum, yorgun hissediyorum. Yine aynı duygu, yine çekip gitme isteği. Bir gün yaparsam hiç dönmeyeceğim tanıdıklarıma diye korkuyorum. İz bırakanlar unutulmazmış. Ulan ömrümüz onun bunun bıraktığı izlerle geçiyor. Güven yanılgıları, yalanlar dolanlar, pembe hikayeler, insanın arkasından dönen işler...

Gerçeklikten bu kadar mı korkuyorsunuz? En sevdiğim küfürü ettim şu anda böyle dolu dolu.
Bu beni terbiyesiz mi yapıyor? Sahte kimliklerinizin özbenliklerinde yaşadıkları çirkinliklerle kıyasladığımızda yapmıyordur muhtemelen.

Eyvallah

13 Aralık 2011 Salı

Bir yabancıdan kalıntılar

Bir iş başvurumun bilmem kaçıncı etabı olarak çağrıldığım ingilizce sınavındayım. Yazılı bölüm bitiyor ve konuşma kısmını yapacağımız kişiyi beklemeye başlıyorum.
Beyaz saçlı, neşeli, enerjik 50li yaşlarda... Girip selamlıyor, tanışıyoruz hemen. Anlamıyorum sınavda mıyım muhabbet mi ediyoruz. Kendisi de şaşırıyor zaten. Aslında burada sormam gereken sorular vardı ama muhabbet keyifliydi bunlara pek gerek kalmadı arık diyor. İrlanda hakkında konuşuyoruz ve tabii ki biraya bağlanıyor konu. Gezdiği gördüğü yerlerden, benim okul hayatımdan, genel-geçer sorunlardan vesaire...

O kapıdan çıktığında gülümsüyorum kendi kendime. Bir yabancının yaşama sevinci ve enerjisi bu kadar bulaşıcı olabilir. Tanımadığın bir insanla gülümseyerek ettiğin içten bir sohbet bu kadar huzur bırakabilir.

Ne zaman gülümseyen, yaşadığı andan keyif duyan bir insanla hayatın bir kaç dakikasını paylaşsam yaşama daha çok anlam geliyor. Birilerinin bir şeylerle mutlu olmasının bana faydası nedir bilmiyorum ama ben de mutlu oluyorum.

Sonra şöyle bir gidip geliyor zihnim. Bir sorunun cevabını tekrar ve tekrar buluyorum; işte bu yüzdendi diyorum. Bu yüzden!

11 Aralık 2011 Pazar

Sıkı rakı kuralları =)

Rakı İçerken Şunlar Yapılmaz :

1. Sarhoş olunmaz.

2. Masada konuşulan masada kalır. Kayıt, not tutulmaz.

3. Fotoğraf çekilmez. Dışarıdan çekene kızılmaz.

4. Telefonla konuşulmaz. Çalarsa açılır, “Rakı içiyorum” denir, kapatılır.

5. GSM'le oynanmaz: Sofra iPhone, Blackberry tanımaz.

6. Muhabbet esnasında biçem, izlek, imgelem gibi kelimeler kullanılmaz.

7. Kadınlar silip oturur: Rakı bardağında ruj izi olmaz.

8. Düzgün konuşulur, lüzumsuz şirin olunmaz.

9. Rakıda hızlı gidene karışılır, yavaş düşene karışılmaz.

10. Argo konuşulur, küfür edilmez.

11. “Hey!”, “hişt!”, “pişt!” gibi ünlemler kullanılmaz.

12. Memleketi herkes meşrebine göre kurtarır, karışılmaz.

13. Yemek yenilmez.

14. Meze tırtıklanır, karın doyurulmaz.

15. Şalgam suyu, soda, ayran, çay yanına konabilir, içine konmaz.

16. Kafaya vurup “lölölö!” demek gibi zevzek şakalar yapılmaz.

17. Masada kitap, dergi, hele laptop asla bulunmaz.

18. Zeki Müren de Giuseppe Verdi de dinlenir; Kayahan, Bryan Adams dinlenmez.

19. Varsa müzik duyulacak kadar açılır, bağırtılmaz.

20. Hüzün de neşe de eksik olmaz.

21. Masada ağlanmaz.

22. Ağlayan çıkarsa konu değiştirilir, avutulmaz.

23. Yüksek sesle şarkı söylenmez.

24. Şarkı mırıldanırken el kol hareketleriyle desteklenmez.

25. El kol fazla hareket etmez.

26. Tartışılır, kalp kırılmaz.

27. Herkes konuşur, monolog olmaz.

28. Aynı anda konuşulmaz, söz kesilmez.

29. Masaya sigara dumanı üflenmez.

30. Bir rakı içilirken başka marka övülmez.

31. Rakı masasında sessizlik olmaz.

32. Zırt pırt tuvalete gidilmez.

33. Masada yellenilmez.

34. Masada geğirilmez.

35. Masaya müzisyen alınmaz.

36. Azıcık uçulabilir ama yalan dolan olmaz.

37. Yüksek sesle konuşulmaz.

38. Kazak pantolonun içine sokulmaz.

39. Çıplak / yarı çıplak durulmaz.

40. Şiir konuşulur, şiir okunmaz.

41. Rakı içilirken başka içki içilmez.

42. Yolluk bir teki aşmaz.

43. Yolluk alınmışsa cila çekilmez.

44. Biradan başka cila olmaz.

45. Cila birası bir küçüğü geçmez.

46. Rakı sonrası kahve, şekerli içilmez.

47. Kahve içilirken höpürdetilmez.

48. Rakı yalnız içilmez.

49. Rakı masası 4-5 kişiyi geçmez.

50. Garsona adı dışında bir şeyle seslenilmez.

51. Garsona rakı doldurtulmaz.

52. Balkon sofrasında içmeyen çalıştırılmaz.

53. Sıcaksa buz konabilir, buz erimeden içilmez.

54. Rakıdan önce su, sudan önce buz konmaz.

55. Rakı sek içilmez.

56. Rakıcı ota çöpe öpüşmez, habire takdir etmez.

57. İçerken serçe parmak havaya kaldırılmaz.

58. Rakı hızlı içilmez.

59. Rakı fondip yapılmaz.

60. Kerahet vaktinden önce rakı içilmez.

61. Büyük konuşanla rakı içilmez.

62. Çok konuşanla rakı içilmez.

63. Sessiz duranla rakı içilmez.

64. Şakadan anlamayanla rakı içilmez.

65. Büyük yudumlarla rakı içilmez.

66. Rakı sofrasında iş dedikodusu yapılır, iş konuşulmaz..

67. Küllüğe limon kabuğu, zeytin çekirdeği konmaz.

68. Tabağa, kâseye sigara söndürülmez.

69. Zırt pırt kadeh tokuşturulmaz.

70. Konuşurken rakı masasına vurulmaz.

71. Bardak boş bekletilmez.

72. Masanın her bir köşesi meze ile doldurulmaz.

73. Ağız şapırdatılmaz.

74. Çatal kaşık dişe değdirilmez.

75. Burun karıştırılmaz.

76. İzinsiz masadan tuvalete dahi kalkılmaz.

77. Şerefe vb. yeterlidir, kadeh tokuştururken yaratıcı olunmaz.

78. Garsona balık ayıklatılmaz.

79. Garsonun sırtına vurulmaz.

80. Personele hatır sormadan meyhanede oturulmaz.

81. Sofraya erken ya da geç gelinmez.

82. Rakı buzdolabının en alt rafından yukarı çıkarılmaz.

83. İçi görünmeyen kadehte rakı içilmez.

84. Masada farklı kadehler olmaz.

85. Masada farklı markalar olmaz.

86. Yerken ağız doldurulmaz.

87. Ağızda lokma varken konuşulmaz.

88. Boğaza, yeleğe peçete takılmaz, dize peçete konmaz.

89. Konuşurken çatal bıçak sallanmaz.

90. Hiçbir durumda ve fikirde ısrar edilmez.

91. Racon kesilmez.

92. Ukalalık, kıskançlık kaldırmaz.

93. Rakı sofrası süslenmez.

94. Loş meyhanede içilmez.

95. Yan masanın muhabbeti dinlenmez.

96. Başka masaya uzun bakılmaz.

97. Masadan kopuk muhabbet edilmez.

98. Çiftler el ele tutuşmaz, oynaşmaz.

99. Sallanan masada içilir, sallanan insanla içilmez.

100. Bunlar kendiliğinden olur, kasarak yapılmaz.

(ALINTI)

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kırılgan

Kafamdan çok şey geçiyor...Anlamlı anlamsız bir sürü düşünce yerli yersiz geliyorlar. Uyuyamadığım oluyor düşünmekten. Kafamı toplayıp yazıya bile dökemiyorum.
Durum böyle olunca ve değişiklik olsun diye :


KIRILGAN
Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.

M. Mungan

4 Aralık 2011 Pazar

Kaybetme

Kaybetmek ister insan bazen. Herşeyi yitirmek ister. Çünkü bazen tüm o haz aldıklarımız, tüm sevdiklerimiz bağlandıklarımız ağır gelir insana. Kaybetmek ister çünkü ne kadar az sahipsek o kadar az incitilebiliriz. Çünkü hiçbir şeye sahip olmayanın kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Çünkü sonsuz özgürlüğün bedeli acımasız bir tekliktir çoğu zaman. Sayın birden ikiye çıktığı anda başlar dengeleme sorunsalı.

Kendine bile yalan söylerken insan, karşındakinin sana hiç yalan söylememesi beklentisi hep boş umuttur. O bağlandığın eşyalar, hayatlar, ruhlar ... Hepsi bir gün gidebilir. Kaybetme korkusu hasar verir ve an gelir karar verirsin: Bu korkuyla yaşayacağıma hepsini atarım. Boş kalsın, sessiz ve sakin. Tek kalayım, %100 bildiğim gibi. Güvenli... Macera değildir aslında ama bir yanı da macera sanki. Boşuna çabalama. Bunlar beyninde yankılanan anlamsız sesler gibi. Anlamayacaksın, anlayamazsın.

Öyleyse neden yazıyorsun deme. Anlatma ihtiyacım vardı, anlattım.
Geçti bitti şimdi örtün üzerimi yıldızlar ki huzurlu uyuyayım bu gece. Ah işte huzur, onun için herşey yapılası. Huzuru da kaybetme korkusu olur mu ki?

Herneyse!

24 Kasım 2011 Perşembe

Tahmin edilebilirlik

En değişik insan bile tahmin edilebilir hale geliyor zamanla.
Yaptığı çakallıkların bile niye kim için yapıldığını algılar hale geliyoruz.
Biz algılıyorsak, insanlar da bizim çakallıklarımızı öğreniyorlar demektir.
İşte tam da bu yüzden, zekamızı kullanıp farklı çakallıklar geliştiririz her defasında.

Eh neydi laf: Değişmeyen tek şey değişimdir =)

halet-i ruhiye


Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam

Orhan Veli Kanık

KGK diyor ki: Kötülüğümüzü isteyenler de iyi ki varlar! Onların gülerek bu defa bittin dedikleri olayları gülümseyerek aştık hep :)

17 Kasım 2011 Perşembe

Bağlanmak üzerine


Öyle kopmuştu ki dünya;
bağlanmamaya bağlanmaya and içmiştik ...

Ve;

ilüzyon ile kesişecek gibi gözüken paralel çizgilerden ibaretti hikayeler çoğu zaman.

14 Kasım 2011 Pazartesi

İKİlem

Farklı iki insanım lan ben. İçimde iki karakter var resmen. Hangisi gerçek benim bilmiyorum. Hangisiyle daha mutluyum.

Bir yanım var ki belli kalıplara bağlı, sorumluluk sahibi, iş güç peşinde, mutluluk ve huzuru düzende buluyor. Güven hayatının orta yerinde. Güven yoksa, dürüstlük yoksa bir halt da yoktur diyor. Görevlerini yerine getiren, insanları değerlerine göre değerlendiren, iyi biri ama belli sınırlarda yaşıyor. Aldatılmamak istiyor, kendine yalan söylendiğinde kızıyor, köpürüyor. Kendisine değer verenleri kırmaktan korkuyor. Sanki birileri belli sıfatlar yüklemiş üstüne o da o sıfatlara layık olmak istiyor. Neşeli aslında, enerjik. Mutlu ettikçe kendisi de mutlu oluyor. Ama karamsar bazen belli kalıplara sıkışmışlık hissi ona diğer benliğini anımsatıyor.


Sonra bir de diğeri var. Umrunda değil dünya. Doğayı, hayvanları, müziği, sanatı, güzel olan herşeyi dinmişçesine seviyor. Kurallar umrunda değil. Onun için kural demek iyi olanı mutlu edeni yaşamak demek. Herkesi her insanı seviyor. Sanki herkes hep iyiydi ve yanlış da yapsalar düzeltme şansı hep verilmeliymiş gibi hissediyor. Büyük, kocaman bir hissin yenemeyeceği bir halt yokmuşçasına yaşamak istiyor. Farklı yerler görmek, hesapsızca aklına estiği gibi yaşamak istiyor. Üretilmiş her içkiyi en azından tatmış olmak istiyor. Oturup günlerce karınca yuvalarını izlemek ve sonra da hiç durmadan farklı iklimlerde olmak istiyor.


Sonra terazi burcu dengesiz diyorlar. Ne alakası var arkadaşım. Olay burçta değil ki! Ben iki insanı yaşatıyorum içimde. Burcun falan ne suçu var. Doğuştan böyleyiz.

dedim,dedin,dedi, söylenenlerin farklı halleri...

Ben seni ilk tanıdığımda sana aşık olmuştum dedi. Çok beğenirdim seni ki hala da öyle değişmedi dedi. Etrafında olan erkeklerin hepsi sana aşıktır gibi geliyor aksi imkansız gibi dedi. Güldüm. Söylediklerine kahkahalarla güldüm aslında ama o görmedi bunu. Biliyor musun ilk tanıştığımız zamanlarda resmini arkadaşlarıma gösterir bu benim kız arkadaşım derdim dedi. Umarım kızmadın bana diye de ekledi. Onca zaman sonra niye kızayım ki. Sen bu kadar masum sevmişken. İnsan ancak kendisine kızar, bu kadar değer verenleri sevmediği için. Hayat böyle bir şey herhalde.


En kötü yanın ne biliyor musun? Sigara içiyor olman dedi. Haklısın zararlı bir alışkanlık, eminim sen kafana göre çok iyi bir insanla tanışıp mutlu olacaksın dedim. Aslında bence bırakabilirsin, iyi bir insansın ve daha iyi olmak için çabalıyorsun. Gerçeklerin farkındasın, aklı başındasın ,neşelisin, enerjiksin, olumlusun hep ve o kadar iyisin ki kimse zarar görmesin istiyorsun. Bu yüzden çok sevdim seni.
Dedi, dedi, dedi...

Bense sustum, gülümsedim, utandım, teşekkür ettim ama hiç sevmedim onu beni sevdiği gibi. Hep mutlu olacaksın, seni hak eden kızı bulacaksın dedim, dedim, dedim...

İlk fırsatta da gitmem gerek diyip kaçtım. İnsanlar hep kaçarlarmışçasına böyle durumlarda...


Sonra biri bana sen beni mahvettin dedi, fedakar değilsin, bencilsin, hayatı kendin için yaşıyorsun, beni hiç anlamıyorsun, canımı acıtıyorsun, saldırıyorsun, beni kırıyorsun, huzursuz ediyorsun, kısıtlıyorsun, sana olan sevgime inanmıyorsun. Dedi ,dedi, dedi...

Ben zarar vermek istemedim, ben de üzülüyorum, ben de kırılıyorum ...vs vs dedim,dedim,dedim...

Böyle bir sürü senaryo, herkes bir şeyler dedi, ben bir şeyler dedim.

Ben iyi biri miydim yoksa dünyanın en boktan insanı mı? Bilemedim sonunda.

Yutkunup ilerledim her senaryodan. Çünkü benim de hayalim vardı, yaşamak istediğim tek senaryo.

Kendime baktığımda gördüğüm iyilikler ve kötülükler onların söyledikleriyle bazen aynı bazen bambaşka oldu. Derken anladım ki kimsenin ne düşündüğü önemli değildi.

Kimse için değişmiyorduk, birileri bizim için değişmiyordu. Domino etkisinde ortadaki iki taş gibi herşey devrildiğinde sıkışıp kaldığımız ikinci kişinin peşindeydik belki de. Fakat biliyorduk ki sıkışıp kalmaktan nefret ediyorduk.

Sonra farklı felsefeler ürettik, yazdık, çizdik, bozduk ve karaladık. Biri çıkıp "Kader" dedi, biri çıkıp inanmam dedi. Her birimiz çemberler çizdik yaşama alanı olarak ve kesişimler aradık. Eş çember bulabilseydik mutsuz olacaktık farklılık bulamayışımızdan. Kesişimler de farklılıklardan sorun yaratacaktı. Tamamen farklı çemberler ise hiç buluşamayacaktı. Bilemedik.

İşte bu yüzden; farklı nedenlerle, farklı şekillerde, benzeyen isimler verdiğimiz hallerde sevdik. Değişmeyen tek şey sevgimizdi. Biz sevmeyi sevdik. Hoş birer anı olsun istedik yaşanmış ya da yaşanası. Üzen anlar da açmaya çalıştığımız bir hediye paketinin elimizi kesen iplerinden başka bir şey değildi.


Ben de anlamadım, boşver...

Derken "Ah Muhsin Ünlü" kod adıyla, gerçek adı "Onur Ünlü" olan bir adamın, çoğunlukça bilinen benimse ilk defa okuduğum dizelerine rastladım:
"
Boşversene biz aşık olmayalım birbirimize.
Konsere gidelim biz, maça gidip küfür edelim.
Uçurtma uçuralım ya da, kumsalda uzanıp deli gibi içelim.
Gecede yıldızlara bakalım mesela.
Bisikletle gezerken yağmur yağsın, sırılsıklam olalım.
Benimle kek yap, balık tutalım sonra tekrar denize atalım.
Boşver aşık olmayalım biz.
Aşk korkutucu !
Beraber eğlenelim en iyisi,
Ama hep benimle uyu. "

İlk okuduğumda beni benden aldı, eminim benim gibi pek çok insanı çarpmış bu dizeler. İnternette heryerdeydi çünkü. Herkes aynı şeyi ister gibiydi. Herkes aşkın bokunu çıkardınız, bırakın sevgimizi yaşayalım o bize yeter der gibiydi. Birlikte eğlenelim, vakit geçirelim, günlük aktiviteleri yapalım ama aşk demiyelim diyordu herkes. Birlikte uyuyalım ama zarar vermeyelim hissiyatı herhalde. Tuhaf....

Herkes aynı şeyi ararken, herkes benzer boklukları yaşatır olmuş demek ki.
İnsanoğlunu anlayabilen beri gelsin azizim. Herkes aynı, herkes bir de farklı.
Zarar vermeden yaşasak olmaz mı?
Herkes iyiydi özünde, bozulmaya çabalamasak?
Birileri üzüldükçe, ve birileri birilerini üzdükçe ben üzülüyorum artık.
Hayat bu kadar karmaşık olmamalı, bırakınız gitsinler.
Sağ elinle sol elini tutuyorsun şimdi, sen aslında kendinle de yalnız değilsin.
Ve hep kendinle uyuyabilirsin. Önce kendine sahip çık ey oğul. Önce kendini kurtar ki mahvetmeyesin başka yaşamları.

Sevgiler,

dipnot: Üzülme kelebeğim,bugünü atlatırsak yarın diye bir şey yok! Ah Muhsin Ünlü =)

10 Kasım 2011 Perşembe

An olur!

Biri çıkıp ansızın "sen hangi yönünle ünlüsün?" diye sordu ona.
Ben gidişlerimle ünlüyüm dedi.




-- Ben gidişlerimle ünlüyüm çünkü çok zor giderim. Çok zor çıkarım o kapılardan. Zor kapatırım perdelerimi. Genelde hep konuşurum ben, ısrar ederim, merak ederim, sorarım, sorgularım. Aklım hep ondadır. Fakat işte gitmem gerektiğini hissedersem ve karar verdiysem gitmeye ... O zaman bir başka ben oluyorum sanki. Sudan çıkarılmış balık gibi önce hızlı hızlı çırpınıyorum. Gittikçe yavaşlıyor çırpınışlarım gittikçe azalıyor sesim. Ve an geliyor herşey duruyor. Şimdi denize tekrar dönmüş ve o dünyayı hiç keşfetmemiş bir balığım. Ben gidince unutuyorum geçmişi, ben anmıyorum geride bıraktıklarımı. Benim ağıtlarımın bir süresi var. Aynı dünyayı bir kez tanıyana kadar siliyorum hafızamı. Sanki biri ölmüş de ben onu gömmüşüm gibi. O yüzden zor çıkıp giderim, o yüzden zor vazgeçerim. Tıpkı ilk adımımı atarken çok düşünüyor olmam gibi.

Neden diye sordu sonra.

--Çünkü ben korkağın tekiyim! Çünkü ne kadar çok dünya tanırsam o kadar parçalanırım gibi geliyor. Ne kadar çok sinerse içime o kadar bağlanırım gibi. Bir şeylere başlamak, alışmak ... Bir gün kopacağını bilirken zor. Öyle ya herşeyin bir sonu var nasılsa değil mi? Böyle işte.
Gidişlerimle ünlüyüm ben, hem sesimle hem de sessizliğimle...

Çünkü ben konuşursam çok ses çıkarıyorum, susarsam da ölüm oluyor. Ortası yok işte. Ya o uçtayım ya da ötekinde.

Sen neyinle ünlüsün peki?

Gülümsedi soruları sormaya alışık olan ve cevap verdi:
"Ben ölümler yaratırım en canlı hayatlarda. Madem ünlüsün en güzel gidişinle git bari!"

--Peki.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kış kış kış ...

Bugün İstanbul'da dışarıda hava 12 santigrat derece civarlarındaydı. Geldi geliyor derken yine kış geldi tam anlamıyla galiba. Hala sert soğuklar tam anlamıyla gelmemişken bile ben kışı iliklerimde hissetmeye başladım. Ve bu biraz moralimi bozuyor. İtirafımdır, ben kışları pek sevmem.

Biliyorum güzel tarafları da var ki onlara da değineceğim ancak öncelikle neden sevmediğimle başlamak istiyorum. Kış demek benim için soğuk, buzlu, karlı hava demektir. Ve rüzgar insanın suratına felç edecek gibi çarpar durur. Biraz nemliyse yaşadığınız şehir misal İstanbul gibi, ısınmak kat kat giyinmekle sağlanmaz pek.

Ben kışı sevmem çünkü;

1.Evsizler:
Dışarıda pek çok evsiz var. Yazın yaşam onlar için daha kolay. Fakat kış geldiğinde işler çok değişiyor. Buz gibi bir havada, dışarıda olduğunuzu hayal edin. Bulabildiğiniz gazetelere sarınmak, biraz içiniz ısınsın diye açık mekanlara girip oralardan da kovularak dışarı atılmak. Zaten açsınız onun getirdiği bir üşüme var. Bir de kar var dışarıda. Halsizsiniz. Öyle zengin bebeleri gibi etle sütle vitamin takviyeleriyle desteklenmemiş bir bünyeniz var. Kilolarca mandalina portakal koymuyor kimse önünüze yiyin diye. Kimsesizsiniz. Onun verdiği ruhsal üşüme de cabası. Ortalık boş o vurucu soğuk saatlerinde. Bir siz varsınız, bir de siz. Karşı kaldırımdaki kuytu köşeyi sahiplenen yaşlı adam geçen kış donarak öldü. Bunu biliyor ve ölmemek için direniyorsunuz. Soğuk sizin için acı demek, savaş demek, ölüm demek.

İşte böyle bir durum var kış için. Herkes kayağa gidip eğlenmiyor kış geldiğinde. Arabasıyla klima açık sadece trafiğe küfretmek değil kimilerinin derdi. Bir gece, sadece bir gece kalabilir miydik acaba o soğuklarda dışarıda. Derdim bundan beinm kışla. Sevmem ben kışları.

2.Hayvanlar:
Evsizlere benzer şekilde hayvanlar da acıtıyor bu bünyeyi. Aç kalmaları bir yana o kürk onları korumaya yetmiyor çoğu zaman. Islanıyorlar, titriyorlar. Kar, yağmur onları da sığınacak yer bulmaya itiyor. Bulabilen yaşıyor, kimileri ise terkediyor bu dünyayı. Ve şehir hayatında güçlünün ayakta kalması söyleminin pek de doğal seleksiyona girdiğine inanmıyorum. O doğal hayatta geçerliydi, onlar daha vahşiyken. İşte bundan sevmiyorum ben kışı.

3.Yalnızlık:
Bir de bu his var; yalnızlık. Kış inanılmaz bir yalnızlık hissi veriyor bana. Gerçekten sevgilim, sevdiğim biri olsa iyi olur diye düşündüğüm zamanlar genelde kışa denk gelir. Gri havalar, sisli sabahlar, yağan yağmurun getirdiği melankoli, tek başına rüzgarda, karda yürümenin zorluğu. Bu ilk saydıklarıma göre daha bencilce biliyorum. Ama kış bana kendimi olduğumdan daha yalnız hissettiriyor ve birilerine ihtiyacım var duygusu veriyor. Ve ben birilerine ihtiyaç duymaktan hoşlanmam.

4.Kıyafet sorunu:
Kalın giymek zorundayız. Kalın giysilere sahip olmayanları da hatırlatarak bunu söylemek isterim. Aynı ayakkabıyla yıllardır kullanıp, kar suyu çorabından ayağına işlerken işe giden bir adamı düşünebilirsiniz mesela. Yeni bir ayakkabı almak pek olası değildir zira kendisi liseye yeni başlayan kızının ayakkabısını daha çok önemser. Ve ailedeki para tek kişi için ayakkabı almaya yetecektir.

Biz şımarıklar içinse kış, kalın kıyafetler altında gömülmek demektir. Aldığı kiloyu farketmemek demektir. Hangi botun moda olup olmadığı, hangi marka manto ya da kaban alsak demektir.



Dedim ya ben sevmem pek kışları, yaşama enerjim düşer, sevincim azalır. Gördüğüm güzel manzaralara sığınıp, yağmurda ıslanıp, karda çocuk gibi kayıp eğlenip düşüp sevmeye çalışırım. Çıplak kalmış ağaçlar içimi üşütür. Kapalı mekanlarda bunalıp bunalıp sokaklara atarım kendimi. Yürümeyi özlerim, cıvıl cıvıl havaları özlerim. Yürüken kayma endişem olmadan sağa sola savrulmayı özlerim.

Ve eğlenceli yanları:
Elbette güzel yanları da var. Güneşi görebildiğiniz bir kış gününde sıcacık evinizde camdan bahçeyi, etrafı, sokakları izlemek bir keyiftir. Bir Sahlep ya da sıcak çikolata eşliğinde sakin huzurlu bir şekilde kitap okuma, DVD izlemek mutlu eder. Sinema/Tiyatro kış aylarında daha da eğlenceli hale gelir. Uyumak daha hoştur kışları, o yataktan çıkmayıp saatlerce hayal kurmak. Sonra manzaralar farklı havaya girer kar ve yağmurla. Taksimde yürümek ayrı bir keyiftir beyazların içinde.

Ama tüm bunlar biraz ekonomik güce dayanmıyor mu sizce de? Siz yaparsınız evet, ben yaparım evet peki ya diğerleri? ...


Sevmiyorum kışları, sizlere iyi kayak maceraları dilerim.

Sevgiler,

Bir Delinin Poliklinik Defteri: SU-SA-MI-YO-RUM

Bir Delinin Poliklinik Defteri: SU-SA-MI-YO-RUM: Son zamanlarda ne çok şey oldu değil mi? Terör,deprem ve N.Ç….. Yazmadım deprem konusunda terör konusunda ama N.Ç. susamıyorum… P...

Kendinizi seviyor musunuz?


Cevabınız ne olursa olsun, sizden ricam lütfen kendinizi sevmeyi öğrenin. Okuduğum kitaplardan, biyografilerden, psikolojik yazılardan ve farklı alanlardaki makalelerden çıkardığım sonuç şu çünkü: Eğer kendinizi sevmiyorsanız, hiçkimseyi hiçbir şeyi sevemiyorsunuz.

Bugün yaşadığımız topluma bakıyorum şimdi. Öyle çok uzağa gitmeye gerek yok; yaşadığımız ilçelere, illere ya da genel olarak tüm Türkiye'ye bakmak yeterli gibi başlangıç için. En son neyi sevdiniz bir çıkarınız olmadan? Çıkarsız sevgi kavramına karşı olabilirsiniz. Saygı duyarım. Ama farklı sevgi tipleri var sanki. Misal ailenizi size baktıkları için, destek oldukları için, nazınızı çektikleri için de seviyor olabilirsiniz ya da onları gerçekten sahip oldukları karakterle, oldukları insanı sevdiğiniz için sevebilirsiniz.

Her gün ölüm-yıkım haberleri geliyor. Bir cana son vermek? Nasıl bir sevgisiz, umutsuzluk durumu olmalı bu. Sokakta bir kediyi tekmeleyen çocuk nefret ediyor olmalı kendinden. Petshop'tan para vererek aldığı köpeği geçici bir eğlence olarak görüp, büyüdüğünde sokağa ormana terkeden insanımsı ... daha neler neler... Kendini sevmeyen, kendini çirkin-eksik hisseden ve hatta belki de kendinden nefret eden insanlar güzel olan şeyleri yıkarak bu eksikliklerini giderebileceklerine inanıyorlar içten içe. Oysa hepimizin bildiği klasik bir söz vardır "Başkalarını eksilterek, sen uzayamazsın!".

Ben bireysel olarak gelişimin, toplu gelişmeye katkısı olduğunu düşünenlerdenim. Ve en büyük gelişim kendini sevmek gibi hissetmeye başladım bu ara. En azından gözlemlerim bunu gösteriyor. Mutlu, huzurlu ve sevgi dolu insanların ortak özelliğini bu olarak belirledim. Yalnız buradaki ufak ayrıntı şudur ki kendini sevmek ile kendini Tanrı zannetmek, kendini herkesten üstün tutmak, bencilliğin ötesinde yaşamak farklı şeyler.

Kendini sevmek, önce kendini düşünmek, fedakarlıkta bulunmamak anlamına gelmiyor. Kendini sevmek tüm canlıları ve hatta güzel olan herşeyi sevmenin bir başlangıcı sadece. Ne zaman ki bir tabloya baktığınızda, bir köpeği, kediyi, martıyı hatta bir menekşeyi sevdiğinizde hissettiğiniz duyguyu kendinizi düşündüğünüzde de hissedebiliyorsunuz o zaman o noktaya gelmişsiniz demektir. Özel olarak sevmediğiniz varlıklar olabilir. Misal bazı insanlar böcekten korkar, tiksinir. Ya da fare pek çok hemcinsime ürperti verebiliyor. Sevmeseniz de nefret etmeyin diyorum sadece. Çünkü nefret kime neye hissedilirse hissedilsin yorucu, yakıcı ve yıpratıcı bir his.

Şöyle bir yaşam alanı hayal edin; kimseye kızgın değilsiniz, vicdanınız rahat, varolanları seviyorsunuz, yok olup hayal ettiklerinizi bile seviyorsunuz, hiçbir şey mükemmel değil belki ama siz onları noksanlarıyla kabullenmişsiniz. Mutluluk değil midir bu?


Kgk'nın böyle hayalleri var bu ara. Sarıp sarmalayan sevgi dolu dünyalar. Ve hayali bile mutluluk kapısından geçiriyor insanı.

Sevgiler!

27 Ekim 2011 Perşembe

Ne kadar güzelsek o kadar güzeliz

30.08.2011
Ne kadar güzelsek o kadar güzeliz!! Evet aynen budur!
Neydi hayatı bu derece karmaşık yapan?

İsteklerimiz bu kadar basitken, içgüdülerimizle beklentilerin oluşturduğu girdapta boğulmanın ötesinde neydi daha da karmaşık olan?

Ortak değil miydi arzularımız, hazlarımız, heyecan ve hatta korkularımız. Birbirlerinden farklı notalarda gezinseler de hepimizin tüm bunlara dair bestelerimiz var sonunda hayatımız dediğimiz. Sen yokluktan korktun, o bir şeylerin varlığından. Ne önemi var, ortak olan korkuydu, heyecandı, mutluluktu, sevgiydi, sevilmekti ve daha niceleri…

Çok yol aldım, çok şey öğrendim diyordum kendi kendime. O salak küçük kız değildim artık! Öyle ya neler gördüm, -yaşananları ben değilsem de yaşayan- en çirkininden en güzeline pek çok deneyime şahittim en azından. Kirlilik içinde ahlaktan onurdan cesaretten söz edenleri de gördüm, insanlar itelerken kendisini en büyük insanlığı taşıyanı da.

İnsan karmaşıklaştırdı en basit en güzel şeyleri... deeeerken fark ettim ki çok da değişmemişim. Ne çok büyümüşüm ne de küçülmüşüm. İçimde aynı kız çocuğu, biraz daha toleranslı, daha da tedbirli, daha korkak bu insan olmuşum.

Hala sevgiye dair tuhaf hislerim var ve hala kıyamıyorum kimseye. En nefret ettiğim diye liste oluşturuyorum altı boş kalıyor. Hala kızamıyorum . Anlık sinirlerim oluyor; esip gürlüyorum. Sonra yine en çok ben üzülüp pişman oluyorum birilerini kırmış olma ihtimalime. Bir o kadar değişmiş bir o kadar da aynı ben işte.


Sonra insanlar konuşuyorlar…Konuşuyorlar, yargılıyorlar, nefret yüklüyorlar, kızıyorlar, konuşuyorlar, söyleniyorlar, konuşuyorlar (bıdıbıdıbıdıbıdııııııııı!!!!!!!)


Herkes benzer cümleler kuruyor. Gülüyorlar bazen. Cevap dahi veremiyorum. Herkes siyah diyor diye siyah mı olmalı illa?

Sessizce, içimde kalan minicik inancı inatla tutuyorum kendimde. Ama öyle kırılgan ki kimi zaman ben bile güçsüzleşip kavga ediyorum kendimle. Salak buluyorum kendimi, aynısın işte diyorum.

Reddedemediğimiz gerçekler var evet ama benim reddedemediğim mutluluklarım da var. Hem birileri inanmak zorunda değil mi herkesin inanmadığı ama varolan şeylere… Ben istiyorum diye olamaz mı minik küçük mucizeler. Hesap vermek zorunda mıyım herkese ya da mantık süzgecimden geçirmem mi gerekiyor illa?

İşte böyle anlarda geliyorlar. Her şeyi, herkesi geride bırakıp, mantığımı işin içinden çekip sadece hissettiğim yollara düşmek istiyorum; nerede olmak istiyorsam, kimin yanında mutluysam oraya gitmek. Ve dönüş planı dahi yapmadan tek yön bir biletle çıkmak yola. Canım ne zaman isterse, o zaman, nereye gitmek istiyorsam oraya dönerim. Şarkı sözlerini istediğim gibi değiştirmek, melodileri de kendimce uydurmak istiyorum.

Uymak zorunda mıyım kurallarınıza, sınırlarınıza, sunduğunuz haritalara?
Sen! ! !
Sen şimdi bana hiç bilmediğim masallar, destanlar anlat. Bilmediğim kahramanlarla tanıştır beni. Bırak aksın ruhumuz… Bir iki kadehe bakmayacak mı ebedi dostluğumuz? Hem sigaranı da yak artık. Sağlık bıdı bıdılarıyla kısaldı ömrümüz. Ne kadar güzelsek, o kadar güzeliz kime ne?

25 Ekim 2011 Salı

katlanamam ki saygızılık ve haksızlığa

10 gündür falan İzmir'deyim. Ve evet anladım insanların neden bu şehre aşık olduklarını, kopamadıklarını. Sıcacık insanları var, nefis manzaraları. Yaşamak kolay, ucuz, huzurlu. İnsanlar mutlular. Kimse koşuşturmuyor, gideceklere yere yetişeceklerini bilir gibiler. Keyifliler.

Sonra karar verdim bence bir yanlışlık olsa gerek. Çünkü yine de İstanbul'u özlemedim diyemiyorum. Oldukça özledim. Gri havasını, endişeli sokaklarını, koşturan insanlarını vs vs...
Özledim işte. Aldatmaya meyillensem de aldatamadım İstanbul'umu. Ki kısa zaman içinde yine dönüyorum ona. Daha uzaklara gidersem koparım belki İstanbul'dan diye düşünmeye başladım. Sonra İstanbul'dan severek, mutlulukla kopabileceğim tek durum buldum kendi adıma ancak onu da kendime saklayacağım. Ki imkansız olan bir şeyi dillendirmenin de anlamı olmasa gerek.

İki yıl gibi bir süredir, depresyona girmemek adına prensip edindiğim herşeyi son bir kaç ayda yerle bir ettim. Küçüklü ufaklı ihlallerim bana mutsuzluk olarak geri döndü. Kendim ettim kendim buldum durumu yani. Demek ki kalbi falan boşverip beyniyle yaşamalı insan. Yani arada da şöyle bir fark var; kalbimizle yaşadığımızda mutluluklarımız da hüzünlerimiz de daha büyük oluyorlar, beynimizle yaşadığımızda ise ortada bir çizgiden ilerliyoruz. Neden hep uçların ve ya hep ya hiçlerin insanı oluyorum ki?
Her seferinde bana gemileri yaktıran, içime çöreklenmiş o hissiyattan nefret ediyorum. Çok da kızamıyorum kendime üstelik. Ben saygısızlığa ve haksızlığa tahammül edemem. Ve yaktığım her bir geminin altında ya bir saygısızlık, ya da haksızlık olmuş bugüne kadar.


Her aklına geleni yazıya döktüğünde böyle bir şey çıkıyormuş ortaya demek ki.
Başlığı bile şu an attım. Ah kafam da en az bu yazı kadar karışık ve dağınık. Ne yazmam beklenebilir ki.

İşte Hilal'in dünyası böyle bu aralar. Bekle İstanbul, kaldığımız yerden devam edeceğiz yine :)

15 Ekim 2011 Cumartesi

hayatın melodisi

Seslerin insan olduğu yerlerde her birimiz kişisel melodiye sahibiz. Yeni bir nota eklesek ya da çıkarsak?... Hangi noktada yakalayacağız mükemmelliği, ya bozarsak melodideki güzelliği gibi insani endişelerimiz var. Ve tuhaf isimler koyuyoruz melodimize kimimiz için huzur, kimimiz için eğlence.

10 Ekim 2011 Pazartesi

mutluluk terazisi


Ne garip duygularımız. Sanki büyülü bir terazi var ortada. Bir tarafta olumlu düşünce ve hislerimiz, ötekinde olumsuzlar toplanıyor. Ve hangisi ağır basarsa öyle hissediyoruz o anda. En tuhafı kendi aralarında yüklü bu his ve duygular. Olumlular etraftan olumlu başka hisler çekerken, negatifler de negatif olanlarla besleniyor etraftan.
Ve insan, yaratılmış en basit en esrarengiz yaratık olarak bir teraziyi istediği noktaya getirmek için didinip duruyor. Oysa bıraktığımızda üzerine düşünmeyi, nefes alıp, hissedip, yaşarcasına yaşasak hayatı ... Evet yaşarcasına yaşasak! Yani canlı, mutlulukla, hayal ederek, mutlu ederek ve mutlu olarak, hayat vererek yaşasak. İşte o zaman hiç bir çabaya gerek kalmıyor. Sanki bir hare sarıyor etrafımızı, nedense gülümseyen insanlar çıkıyor kapılardan karşımıza. Tuhaf... Mutluluğun mutluluğu çektiği bir zincir gibi.

Yargılarımız var tabi bir de. Popolarına yapışmış kesin kalıplarla gelen ve genellikle ağır olumsuzluklar bırakan. Kendimize söylediğimiz yalanlar bir nevi...Kibirlilik hali bu. Çok büyük hissedip evrene parmak sallıyoruz arada sırada iğrenç bilmiş bir ucube gibi. Evrene ders vermeye kalkışıyoruz. Eh çok kızdırırsak ağzımızın payını da alıyoruz.

Pek çok sorun var, varolanlara eklencekler de olacak illa ki. Amaç sorunsuz yaşamak değildi ki zaten, mutlu yaşamaktı. Su yolunu bulacak, bulamazsa yeni yollar açacak kendine. Nefes aldığımız sürece özgürüz ve özgür kıldıkça daha da özgür. Ne kadar özgürsek o kadar da bağlıyız aslında. Enteresan yanı da bu. O yüzdendir ki işin içine bu kavramlar girdiğinde anlamsız tüm kalıplar, zira öyle his ve düşünceler var ki evren işliyor tıkır tıkır, anlamaksa imkansıza yakınmış gibi.

Ben bu gece bir kaç ruh özgür bıraktım; benimki de bunlara dahil ;)

8 Ekim 2011 Cumartesi

Rakı-ton balığı- ederlezi

Neyin sonucudur bilmiyorum.
Bu gün önümüzdeki günlerde bir kaç günlüğüne sevgilim İstanbul'u terketme kararı aldım.
Bunaldığımı, boğulduğumu hissettim son günlerde.

Yine neyin sonucu olduğunu bilemediğim bir şekilde gecenin şu saatinde ton balığı açıp yanına bir rakıyı yakıştırdım. Arka fonda ederlezi çalıyor. Farklı farklı versiyonlarda dinliyorum. Acaba Ederlezi'nin verdiği hüznü yaratabilen bir başka parça daha var mıdır?
Nedir, nasıldır, neden bilmiyorum. Sözleri her ne kadar, hıdırellezle alakalı, gelen baharı kutluyor deseler de farklı bir şey var. Anlatılmayan, sanki seslerin, müziğin ardına gizlenmiş bir hüzün. Hani herkesin gülümsediği ama aslında herkesin bir şeylerin yasını tuttuğu anları anlatır gibi.

Yine beni benden aldı...
http://www.dailymotion.com/video/x1sfmw_goran-bregovic-ederlezi_music

7 Ekim 2011 Cuma

Bu gece

Uzun zaman olmuştu ağlamayalı bir şeylere...

Bu gece oturup, içime oturan, canımı yakan herşeye ağladım. Herşey, herkes, hepsi.

Nefes alamadığım anlar oldu, ve gülümsediğim anlar. Acı-tatlı bir sürü şey geçti beynimden, davetsiz misafirler oldu anılarımda. Kalbimi tutup, yutkundum bazen. Sonra ümit ettim. Kendi kendimi teselli ettim. Bilinmeyen hüzünlerimi kucakladım. Ve kollarımla kendimi sarıp, geçecek dedim.

Bilemedim, çareler bulamadım belki şimdiki sıkıntılara. İşte öyle anlarda, geçmişteki yaşanmışlıklara döndüm, "geçmişler, çözümlenmemiş hiçbir şey olmamış" dedim.

Ağladıkça rahatlayan insanlardan mıyım? Nefret edemeyen, çoğu zaman tepkilerini yerinde verse de en derin sızılarını sonradan yaşayan. O sızıların hepsi birleşti bugün, bir süre kendime gelemedim.

Şimdi kaldığım yerden dönebilirim hayata. O sizin sevdiğiniz gülümsemeyle, muzip çocuk halimle, her eğlenceye hazır durumda. Yıkadık bir hayatı.

Temizlendi özümüz. Yine sevgi dolu, umutlu bakabilirim.

Oysa yaşadıklarımız, yaşanacak çoğulların özütüydü belki.
Kaçmak istediklerimize doğru koşuyoruz belki.
Kimbilir?

İnsan kendisiyle yüzleşemezse eğer kimle yüzleşebilir?

5 Ekim 2011 Çarşamba

Otobüsteyim, Kadıköy'e gidiyorum.
Yaşlısından bir amca bindi, elinde 5tl. Şoför yolculara sor onlarda vardır bozuk para ya da akbil dedi. Amca şoförün hemen arkasındaki koltuğa oturdu. Yüzünde yılların haritası...

Bir ara ayaklandı, sırf muhabbet etmek için şoförün yanında dikildi. Şoför "ee ama sen sormadın ki hiç var mı akbili olan" diye söylendi. Amca şöyle bir döndü geriye seslendi. Kimseden ses çıkmadı. Sesi havada asılı kaldı. Bir bölüm sallamadı bizim tabirimizle. Ben de tepki vermedim. Kendimi üstün gördüğümden, konuşmaya değmez bulduğumdan değil. Para ödemesin istedim o anda tuhaf bir hüzünle karışık.



Muhabbete devam ettiler şoförle yaşlı amca. 14 yıl oldu bir hatun bulamadım evlenecek dedi yaşlı amca. Karısı vefat etmiş meğerse. Şoför amca kıramadı amcanın konuşma isteğini. "Eh be amca ne yapacan bu yaştan sonra evlenip, dertsiz başına bela mı arıyorsun?" dedi. Sonra ekledi "Sen Esra Erol'a çık iyisi mi, o evlendirir seni." Bunu derken muzipçe de gülümsedi. Amca şöyle bir kıstı gözlerini ve "yok ben oradan bulamam kimseyi o kadar param yok ki benim, onlar hep paralı koca arıyor." dedi.

Şoför merakla sordu "Evin var mı amca?".
"Yok evladım ne arar."
"Eh bir bakanın var mı peki, kimle yaşıyorsun?"
Amca gururla "Bir oğlum bakıyor" dedi ve ekledi "Diğer oğullarım bakmıyor, gelinler istemiyor."
Şoför incindi biraz bu lafa emin olamadı herhalde, bir silkindi kafasını salladı ve tekrarlattı amcaya:
-Demek gelinler istemiyor ha?
- Yok istemiyorlar!

Herşey insanlar için. Bir gün hepimiz tek başımıza, hiçbir şeysiz, bir başkasının omzundaki yük gibi hisseder halde bulabiliriz kendimizi. Kendi çocuğumuz bir yabancı yüzünden bakmak istemeyebilir bize. Fırlatıp atıldığımız o köşelerde kimse ne hissetiğimizi umursamayabilir o zaman.
Zaman geçer, ama başkalarına. Biz her sabah iğrenç, bomboş, amaçsız bir güne uyanabiliriz.

Evet ben bunları düşündüm o anda. Ağlamak istedim ama yapamadım. Çok param olsun istedim. Ve o amcayı alıp gezdireyim dünyayı hayatının sonbaharında.
Yutkundum. Kurduklarım yapabileceğim şeyler değildi.
Ve beynimde kendi sesim yankılandı," Gerçek dünyaya hoşgeldin!"

30 Eylül 2011 Cuma

Yağmurla daha da güzelsin İstanbul

Canım sıkkın olduğunda mı böyle şakır şakır yağmur yağıyor İstanbul'a, yoksa ben sıkkın olunca mı farkına varıyorum o yağmurun bilinmez.
Ama şimdi yine sabaha karşı ve nefis bir yağmur var dışarıda. Hava ağardı ancak güneşe dair en ufak iz yok. Toprak kokusu odama doluyor. Şöyle bir bakıyorum. Nar ağacı, limon ağacı sanki mutlular hallerinden.
Temizleniyoruz yine hep birlikte. Üstümüzden kir akıyor olduğu kadar. Ve toprağa karışıyoruz. En sonunda gideceğimiz yeri hatırlıyor ve var olanlarla mutlu olmayı öğreniyoruz yeniden.
Güzelsin İstanbul'um yağmurun kollarında. Ve hepimiz birer yağmur tanesiyiz bu karmakarışık hayatın sağanak yağışında.

29 Eylül 2011 Perşembe

love is dead

Brett Anderson- Love is dead dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum...
Sözleri de beni benden alıyor. Sanal gülümsemeleriyle plastik insanlar kısmına takılı kalmış durumdayım. Ve o "Aşk ölü" dedikçe sadistçe ve mazoşistçe gülümsüyorum aslında.

Düşünüyorum üzerine...
Aşk ölü ?
Olur mu canım maşallah bizim jenerasyonda herkes aşık hem de öyle böyle değil hergün 3-5 insana aşık. Sürekli aşık, hep aşık. Çünkü aşkı pozisyon zenginliği, iki cilve, bir gülüşme olarak tanımladılar.



Yok azizim öyle yıllarca bekleyen, yok efendim bir eli tutmak için ömür feda eden aşıklar falan yok bizde. Herşey yüzeysel ve hızlı. Eh ne de olsa tüketici bir toplumuz biz. Şimdi tükettiğimiz doğa, teknoloji ve materyal kadar ruh ve beden de tüketilir vaziyette.
Şöyle bir bakıyorum çevreme. Bir sürü delik deşik ruh ve beden ve arkalarında da ölü bedenler ve ruhlar. Bizler gri sabahlara uyanan bir nesliz. Kirlenen sadece doğa değil. Delinen sadece ozon tabakası değil. Bozulmuşluk ve yozlaşmışlık sadece yaşam tarzı, beden değil. En çok kirlenen ruhlarımız. Yalanladığımız gerçekler bile paramparça. O kadar çok yalan var ki onları birleştirip sözde dünyalar kurabiliyoruz.

Çocukları sevmeyen, hayvanlara işkence edenlere tepkiliyiz. Ne bekliyoruz ki insanlar birbirini tüketirken sokaktaki karabaşı mı düşünecek? Laf!

Oyunlar bile masum değil, çocuklara özgü şeylere bile bulaştırmışız zehrimizi.
Şimdi çamura bulanmıyor çocuklar, onun yerine öpüşüyorlar bol bol. Ne hoş!
İnsanlar sevmiyorlar, sevişmiyorlar artık! Herşey kendini tatmin etmekten ibaret. Buldukları ruhların kendilerini sevmesini sağlıyorlar ve elde ettikleri bedenlerle orgazm olduklarına inanıyorlar.

Kaç on yüzyıl öncesinde doğmalıydım acaba?!!! Hala aynı şeyi söylüyorum.
Sevmiyorum dünyanızı. Siz sarhoş yaşamlarınızla devam edin lütfen, ben çok daha masum mutluluk ve sarhoşlukları 1-2 kadehle kendi dünyamda da buluyorum.

Aman biraz uzakta olun lütfen, kirlenmedik bir ruhumuz bir bedenimiz ve dünyamız var bizim.
Aman Allah aşkına bulaşmayın...
Eyvallah!

http://www.youtube.com/watch?v=UsIiAvmy4zc

22 Eylül 2011 Perşembe

Blogger KGK'yı öldürdü

Bir şey oldu artık diğer hesabımla yorumlara cevap yazamıyorum. Yeni yazı yazsam da düzeltme yapamıyorum. Mecburen bu mailimle devam etmek zorunda kaldım.
Şimdi soruyorum: Sorun sende mi bende mi blogger?
Üzüldüm işte ...

9 Eylül 2011 Cuma

En güzel içki

Dünyanın en güzel içkisisin sen. O kadar saydamsın ki ardından görebilirim dünyayı ve dünyamı. Karmaşıksın aslında tüm saydamlığına rağmen. Mutluluksun yaşam gibi, hüznün en dibisin karanlık kuyularda ölüm gibi.

Tekliksin, yalnızlıksın, eşsizliksin... Ne bir dost gerek sen varken ne bir arkadaş, ne başka bir sevgili. Sanki insan seninle bir noktadan başka bir noktaya çizgi çekebilir yahut sonsuzluğa yol alır gibi.

Sonra kalabalıksın. Bir masanın etrafında, tanıdık tüm dostlarla, mutlulukla, hasretle sarhoş olmuş, çalan her nağmeyle sarsılır, sallanır ve dans eder gibi.

Özlemsin sen... Geçmişte kalmış, kalmak zorunda kalmış, ya da kalmayı tercih etmişler gibi. Ne zaman bir koku duysak, bir melodi, bir dokunuş insanın gözleri seni arar, tadını özler, kokunla birleşir. Özlemin en derini.

Hani köprüler yapar, köprüler yıkar... Bir kavga, bir barışma. Herşeyin ortasındaki o noktasın. Tembelllik yasasıyla süregelen doğanın, kavga, barış, yaşam, ölüm, mutluluk ve hüznüsün. Karmaşanın Allahı.

Şimdi oturmuş sana bakıyorum. Belki gerçek belki hayal. Ben bile emin değilim nerdeyim ve nasılım. Susmuşum, konuşmuşum ne anlamı var. Ellerim boş ya da dolu. Belki milyonlarca kilometre uzaktayım, ya da yanındaki benim. Mütevazıyım, ya da narsistin tekiyim. Sana aşığım ya da kendime. Ne olur ki yani? Seçimlerinde ben varım ya da seçimlerimde sen. Belki de paralel hayatlarımız. Öyle paralel ki asla tanışamayacağız.

Söylemeyelim kimseye şu yaşadığımız anı. Ellerimdesin sen, soğuk, nemli, umarsız...
Bir yudumla ısınmışım en yakınımmışsın. Ve müzik dolmuş odaya. Kimse duymaz ben bilirim. Yutkunurken dudaklarımdan ciğerlerime inecekmişsin, ben kalbimdesin hissetmişim. Yaş...Yeşil...Acı(kimilerine göre)...
Bastırılamayan bir koku ki her nefes verişte hatırlanan. İçine işler insanın her bir damla. Özgürlük...Özgürlüklüksün teoride ve pratikte. Düşünüleni dile getiren. Ne ben sana sahip olmuşum ne de sen bana. Özgürmüşüz işte birbirimizden kopmasak da. Ve kimsenin sahip olma isteği de yokmuş bu yoklukta.

Azlık ve çokluk.
Varlık ve yokluk.
Hayatımın en güzel,
Hayatımın tek özel,
Dengesizliklerine taptığım şizofrenisin.
Varolduğunu bildiğim ama asla var etmediğim kırık beyazın için;
Şerefe!

En kötü günümüz böyle olsun;
İyi gün - kötü gün dostum,
Arkadaşım,
Sevgilim,
Bazen annem, bazen babam,
Çocuğum,
Tanımadığım yabancı,
En belirgin sualim ve
En bilinmeyen cevabım..

İyi ki varsın!
Varlığın için bile inanmak mümkün inananları salak ilan ettikleri her türlü kavrama.
Ve biz, ve ben, ve sen...

Dünyanın en güzel içkisisin sen!


7 Eylül 2011 Çarşamba

.....

Sadece bir döngü bu.
Biliyorum aynı yollar ve aynı kapılar.
Oynanan tüm o oyunlar, hesap ve kitaplar.
Kurgularla mı daha mutluyuz yoksa gerçeklerimizle mi?
Bilmiyorum...
Tek bildiğim, her an olabilir ama
Bir kesin gün öleceğiz.

5 Eylül 2011 Pazartesi

yapma bunu, yapma bunuuu !

Diyor ya şair " Öyle beylik laflar etmeye gerek yok!"...

Gerek yok işte o yüzden tutamayacağınız sözler vermeyin.
Sevmedikçe gerçekten demeyin "Seviyorum" diye.
Değişmedikçe kalkışmayın değiştim numarası yapmaya.
Hayır bir beklenti yok ki bunlar için, yapmayın yahu! Ne gerek var?

Hayat tuhaftır. Huzur arayışında kendini huzursuz etmenin sanatıdır hayat. Öyle işler yaparlar ki insanlar huzuru bulmak için huzura 5 kalmış hayatlarını bombok ederler. Eh dedik ya, ne gereği var?

Yalanların, palavraların ne gereği var?

Bir insan olduğu gibi olamaz mı merak ediyorum. Hepimizin içinde bir başkası mı var? "Bir ben var benden içeri" derken bahsedilen şey bu değildi şimdi kandırmayalım birbirimizi.

Beş dakikalık mutluluklar uğruna, varolamayan dünyalar yaratmanın anlamı ne ki? Belki ben varolan ama beni havalarda uçurmayacak bir dünyayla, balon köpüğü hayallerle 3-5 dakikalık olacağım mutluluktan fazla mutlu olacağım.
Bilemezsin.
O yüzden evet gel, kim olursan ol gel de dürüst gel be birader! Olmaz mı? Olamaz mı? Çok mudur beklentisi bu insanın sizden?

Zira ben yorgunum gösterdiğiniz karakterle gerçek karakterinizi çözmekten. Ne yalan, ne doğru anlamaktan. Ben de diliyorum aptal olmayı sırf önüme sunulan yalanlarla mutlu olabileyim diye. Ama olmuyor işte. Bir kısmını anlıyorum. Eh sonraki süreçler malum.

Sen sen ol arkadaşım, bil ki o söylediğin her yalan biliniyor. Evren tepiyor her türlü yanlışı. Ne kadar dürüstsek o kadar insanız, ne kadar sevdiysek o kadar...Suçlamalar yersiz ve gereksiz. Su yolunu bulur ;)

Bitti...Ah hayır hatta tek nokta.

23 Ağustos 2011 Salı

Asla

Hani "Ne kadar az yol almışım, ne kadar az! yolun başındaymışım meğer.." diyor ya Aksu. Hep algılardım, anlardım ve hüzünlenirdim bu cümlede. Şimdi daha da algılayıp anladım sanırım.

Hayat ne tuhaf bir deneyim. "Asla" dediğimiz ne varsa, uyumadan önce yemememiz gerekip, yediğimizde popomuza yapışan kaloriler gibi gelip yapışıyor üzerimize. Korkuyorum artık net konuşmaya, kesin çizgiler çekmeye.

Bundan yıllar önceydi. Yine bir ASLAmı hiçe sayıp bir yola çıkmıştım. Herkes de bana karşı çıkmıştı. Eh başına buyruk bir insanım ya, bir de çocuğuz ya. Kimseyi dinlemedim. Sonra çok üzüldüm, aylarca ağladığımı bilirim kendim edip kendim yaptıklarım yüzümden. Ortada ağlanacak bir şey olmasa da hüzünden nefes alamadığım zamanları hatırlarım. Sonrasında ne mi olmuştu? Yeni bir ASLA koymuştum ortaya.

ASLAlar ASLAları takip ettikçe, o ASLAlar bir bir yıkılmak zorunda kaldı. Sanki hayat ile meydan okuyorduk birbirimize bir yarış pistinde ve ben ne kadar usta bir şoför olursam olayım o hep biraz ileriden başlıyordu benden yolu ezbere bildiği için. Bense her dönüşü süpriz olan bir yolu ilk defa geçmenin keyfi dışında hep yenik kalıyordum. Ne zaman öne geçer gibi olsam, bir ASLA tokat gibi çarpıyordu yüzüme.

Ne zaman ki netliği yok oldu bir şeylerin ve kendi haline, akışına bıraktım hayatı, işte o zaman sanki daha bir dost oldu, sevecenleşti, öğretir gibiydi sanki kendi akışını. Bir rehber gibi anlattı bana öncesinde yarıştığımız pisti. Ve ben güvenmeyi öğrendim ona. Yavaşla dediğinde çektim ayağımı gazdan, ve hızlandım da benden hareket beklediğinde. Daha iyiyiz şimdi gül gibi geçinip gidiyoruz.

Lakin insanın içine işlemiş çizgiler vardır aşamayacağı. İşte bazen muzurluğu tutuyor ve alıp çarpıyor onlardan birini suratıma. Geriliyoruz. O eğleniyor benim karmaşamla çelişkilerimle, ben kızıyorum asla seçemeyeceğim seçenekleri sundu önüme diye. Derken soruyu değiştirip yeni cevaplarla devam ediyoruz. O da rahatlıyor ve tabii ben de.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Ne güzel süpriz bu böyle, hoşgeldin =)

Biyolojik saatim yok oldu yine. Dün öğlen 12de uyuyup gece 12de uyandım. Gece 1 gibi pizza keyfi yaparak yemek yedim. Sonra tabii ki uyuyamadım. Salı akşam üstü bir başka yaz Bodrum keyfine başlamak üzere yola çıkacağım. Fakat henüz ne çamaşır yıkadım ne de valiz hazırlamaya başladım. Yavaştan da uyku mu yokluyor ne?

Günler 48 saat olsun istiyorum. Benim için mükemmel olacak gerçekten. 30 saat uyanık olup 18 saat uyuyalım. Benim bünyeme bu uygun kime göre neye göre karar verilmiş ki bu 24 saatlere? İtirazım var.

Bir de böyle bir tuşla valiz hazırlayan birşeyler bulunsun artık. Sevgili Japonlar! Herşeyi yaptınız bunu da yapın artık. Bıktım yahu valiz topla, valiz yerleştir döngümden.

Neyse. Tatil süper gelecek bünyeme. Okuyamadığım kitaplarım, izlemeye vakit bulamadığim bir anime dizisi, ailem ve tabii ki deniz güneş kum. Sahilde buz gibi bir bira içmenin keyfi. Nefis bir manzara. Allah'ım sana geliyorum düşününce =) İnsan bir kaç kalp kırıklığı birden iyileştirebilir sanırım bir tatilde. Ağustos gibi kuzenim ve iki arkadaşımın da bana katılmasıyla da depoladığım enerjiyi bar bar gezerek harcayabilirim.

Hayat bana mı güzel ne? =)

15 Temmuz 2011 Cuma

Nerdeydim?- Nerdeyim!

Hani böyle hep ahkam keserdim ben çok dürüstüm diye. Çok kötü bir şey oldu. Yeterince dürüst değilim dedim (Sanki insanlarla sürekli bu konuda sorun yaşamıyormuşum gibi) Daha çok dürüst oldum. Son zamanlarda annemin bana 'Hilal, insanlar bu dürüstlüğünü haketmiyorlar kızım, üzülürsün!' dediği anları hatırlıyorum. Hayır anne ben çok üzülmüyorum. Kafamın içindeki sesler dışarıda artık. Düşünüyorum ve söylüyorum. Hissediyorum ve söylüyorum.

Şimdi ben böyle oldum diye dünya değişti mi peki? Tabii ki hayır. Ama şimdi bana daha da bir can sıkıcı geliyor iki yüzlülükler. İnsan inandığını yaşamalı, düşündüklerini destekleyen hareketlerde bulunmalı değil mi? İnandıklarımla eylemlerim farklı ise nerede bunun ahlaki yönü yok efendim karakterliliği? Sinirlenmiyorum hayır, üzülüyorum- hatta acıyorum.

Sonra bildiğimi kimsenin bilmediği bazı cümleler geliyor aklıma. Bu defa kendime üzülüyorum. Onları bilerek nasıl kendi yarattığıma kandığıma şaşırıyorum. Yahu alıp yüzüme çarpsalarmış aynı şey. Gerçeği almışım elime, bakmamışım ama yüzüne.

Neyse- sonuç olarak bu yazı kendim için yazdıklarımdan biridir. Kimsenin anlaması gibi bir yükümlülük yok içinde. Ben anlıyorum, ben hatırlamak istiyorum ki tekrar aynı şeyler yaşanmasın. Bir hayat aynı hataları yinelemek için çok kısa.

Bilmem anladın mı Hilal? Eğer geri dönüp de bu yazıyı okuduysan anlamış ol ki bir daha adımlarını atarken yarattıklarına değil gerçeklere odaklan!

Bazen gerçekten salak bir insanım ben. Çok salak hatta.Niye ben salak oluyorum ya. O salak, onlar salak. Huh!

1 Temmuz 2011 Cuma

mezuniyet öncesi fıkra kuaför

Mezuniyet balosu öncesi kuaför : Eee ortaokul mu lise mi bitiyor?
ben: yok yahu üniversite bitiyor
k: Hadi canım, ortaokul tamam küçük de lise diye düşünmüştüm. Ama ne bileyim çok küçük duruyorsun ya. Eee kimle gidiyorsun?
ben: özel biriyle değil arkadaşlarımla
k: Nasıl olur? Senin gibi birini yalnız mı bıraktılar
ben: Önemli değil ki yeaa
k: Ama çok talibin vardır senin di mi maşallah yani çok hoş bir kızsın??? Gerçekten yok mu biri
ben: (sıkılmış bir halde sırıttım ve) ??? --!!
hahah bu konuşmanın sonucu olarak harika bir saç yaptı, o yüzden bu muhabbete katlanmam iyi oldu, olan parayı bayıldık ve çıktık.

26 Haziran 2011 Pazar

Mezuniyet (1)

Nasıl başlamalı bilmiyorum. Biraz ağır bir his bu. Yine bir bitiş, yine bir başlangıç. Üstelik pek çok olayla iç içe.

Öncelikle söylemeliyim artık her konuda cesurum ya da belki de vurdumduymaz. Hangisini söylemek daha doğru bilmiyorum :S

cuma günü (24 Haziran 2011) kep töreni provamız vardı. Prova diye gayet şortla falan gittiğimiz ortamda yazlıkçı gibi kaldım. Zira insanlar baya bir de prova için süslenmişlerdi. Sonra aman yok artık bir de buna da mı kasacaktık diyerek kendimi rahatlattım. Yüzümüzde hem gülümseme, hem de ayrılığın getiriyor olduğu hüzünlü hazımsız bir mayhoşluk. Herşey iç içe... Güneşin altında piştik oldukça. En büyük cesaretimin sonucu olarak bir arkadaşım beni gördüğünde yolunu değiştirdi, şaşırdım ve afalladım biraz. Oysa ona kötü hiçbir şey yapmamıştım. Komik geldi ama üzüldüm, kırıldım. Sonra tüm o topluluk. Hepsi en azından yüz olarak tanıdık. Ders paylaşmışız, hepimiz final dönemi küfretmişiz, içki aramışız yahut birbirimizden limon, tirbişon, shot bardağı istemişiz gece yarılarında. Aynı partilerde zıplamışız. Ve şimdi öylece gidiyoruz belki de çoğunu bir daha görsek de hatırlamayacağız. Aynı dili konuşmuşuz ama bitmiş artık!

Sonra Cumartesi günü gerçek kep töreni. ailelerimiz falan gelmiş. İşte çıkıyoruz şimdi bir yığın halinde kep ve cübbelerimizle. Gözlerim cuma gecesi bana trip atmış, sabah hüngür hüngür ağlamama sebep olmuş ve kırık bir moralle orada olmama sebep olan ama varolmama sebep olan ailemi arıyor... Kırgınım ama yine de özel anımda gözlerimle de olsa sarılmak için onları arıyorum. Bulamadım o yoğun kalabalıkta. Oturduğum sıra arkalara düştü diye çok küfrettim. Sonra bulduğum bir telefondan ulaştım ve öğrendim yerlerini. El salladılar bana. Kuzenlerim teyzemler falan da gelmişler sevindim, mutlu oldum. Abiciğim 2 saat için kalkmış, 24 saatte bir 24 saat nöbet tuttuğu Edirne'den hastaneden çıkmış gelmiş. Baktım olmayacak, göremeyecek diploma alışımı otobüse yetişmek için. Dedim abim gelsin merdivenlere doğru, ben ona bir sarılayım bir göreyim. Kalktım herkesin içinden umrumda olmadan. Bir sigara bulup merdivenlere yöneldim. Abimi gördüğüm anda boşaldı göz yaşlarım. Tutamadım kendimi. Dağılan eyelinerım falan gelmedi aklıma. Sonradan düzelttik tabii :) Çok özlemişim...!

Sonra ismim okundu ve çıkıp aldım diplomamı. Herşeyin bitişi gibi böyle 5 yıl bir kağıt parçası için ordan oraya savrulmuşuz. 5 yıl ailem olmuş bu okul, bu yurt, arkadaşlarım. En iyi anımda, en kötü anımda, sarhoşluğun dibine vurduğumda ve farkındalığım tavan yapmışken... Özgürlüklerimizle dünya yaratmışız, kendi doğrularımızla, kendi kurallarımızla...

Ah daha yazacak o kadar çok şey var ki, buruğum biraz. Kitleniyorum. Daha sonra devam etmek istedim şimdi =)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Çekirdek mutlaka olsun! - Yasemin Pulat


Samimiyetle duygularını bu kadar güzel dile getirmek...Böyle bir şey olsa gerek.

“Birinin Kadını Olmak İstiyor Canım”

Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak konuşulmamak bakılmamak hatta!
Biraz korunmak biraz şımarmak...
Birkaç çeşit yemek yapmak İstiklal Caddesi’nde sıkı sıkı elini tutmak belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek bi yerlerde, çay içmek, Pazar sabahı kahvaltısı etmek, uzun uzun sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük ama zor heveslerim var!

Neden mi?Herkesin eli tutulmaz..

Herkesle film seyredilmez..
Herkesle çekirdek çitlenmez..
Herkesin kadını olunmaz da o yüzden!

İçinden gelmeli...
Hücrelerine kadar hissetmeli, DNA’larına kadar bilmeli insan!
Düşünerek emin olunmaz, bir anda ya olunur ya olunmaz.
Bir de şu yakın geçmiş duvarları olmasa kafa da hiç karışmaz ya olsun!
Oysa bazen tek bir söze ya da bir bakışa yıkılır bütün duvarlar...

Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!


Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim” mesajları görmek istiyorum telefonumda. Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum. Özlemek istiyorum birini. Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak istiyorum!


Çalışırken düşünmek istiyorum sonra onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara... Gülümsediğim için daha çok çalışmak...


Birini sevmek istiyorum; hiç kimseyi sevmediğim gibi, biri sevsin istiyorum beni hiç sevilmediğim gibi...

Biri o kadar çok sevsin ki beni hatalarımı da sevsin istiyorum! O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun! Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum “neredesin” diye “Hımm kim aradı bakayım” diye! Ben sormam ama korkmasın. O sorsun!



“Biliyor musun ne oldu?” ile başlayan heyecanlı cümlelerimin sonuna kadar tahammül etsin istiyorum biri bana. Mutlaka ipe sapa gelmez bir şey olmuştur ama dinlesin sonuna kadar. Ya bi yavru kedi macerası ya da işte ona benzer bir şeyler olmuştur.

Ben de her seferinde sanki bahçeyi kazmışımda hazine bulmuşum gibi heyecanla ve öneminin üzerine basa basa anlatırım ya dinlesin işte. “Ya evet çok mühim bir şeyler olmuş” falan desin bi de sonunda...

Şimdi ben istesem İstiklal Caddesi’nde birinin elini tutup gezemem mi? İstesem benimle birlikte çekirdek çitleyip aynı anda film seyretmeyi de başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?

Şimdi ben yalnız olmak istemesem yalnız olur ve bunları da yazıyor olur muydum?
Hiç sanmam!


Birinin elini tutmakla birinin elini sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var!
Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da tutmuş gibi yaparsın işte.
Ben yapmam!
Bunu zaten bilirsin.
Kimin elini tutacağını yani.
Deneyerek bulmazsın.
Sadece bilirsin.
Bilmek!
Açıklaması yok.


Ve ben elini sıkı sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal Caddesi’ne gitmeyeceğim!
Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!
Repliklerin bir anlamı yoksa kimseyle film seyretmeyeceğim.
Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!
Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz korunmak biraz şımarmak...

Çekirdek mutlaka olsun!

17 Haziran 2011 Cuma

Sil baştan


Ben sevmem öyle şeyleri...Bağlanmaktan çok korkan bir insan olarak hemen herşeye bağlanırım çünkü. Çocukluğumda en sevdiğim bebeğim ilk alınandı. Üzerine pek çok bebek alındı, üstelik yok sıçıyor, ağlıyor efendim yemek falan yiyorlardı. Ama ben hep aklımın erdiği ilk bebeğimi severdim.

Hala içinde olduğumu ilk algıladığım arabamızı severim en çok. Plakasını bir tek onun ezbere bilirim. Satılışında çok üzüldüğümü, ve sonrasında alınan hiç bir arabanın o kadar içime sinmediğini biliyorum.

Çocuk aklımla yazdığım, kapattığım ilk günlüğüm bittiğinde de üzülmüştüm. Sanki bir şeyler kopmuştu benden. İçinde yaşadıklarım (o yaşta da bir bok yaşamıyor aslında insan ama) siliniyormuş hissi vermişti.

Sonra en kıymetli dostum hep ilk 'anda' dediğim oldu. Yeri bende hiç değişmedi, hiç kimseler yerini alamazdı bilirdim.

Böyle bir insanım. Taşındığımız her ev için kaybettiğim odama ağlardım. Bir şeylere alıştım mı sıkı sıkıya tutunurum sarmaşık gibi, hiç kopasım gelmez. O yüzden her yeni başlangıç aslında bir ayrılık olduğundan çok canımı yakar benim. Üzülürüm, içlenirim falan salak gibi.

Kendimi bildiğimden olsa gerek hep çekip gitmek isterim, hep yeni başlangıçlarım olsun isterim ama hiç yapamam şartlar zorlamadığı sürece. Ne zaman ki artık hayat beni zorlar o zaman bırakıp da giderim. Ya da işin içinde ya inat vardır ya da onur/gurur meselesi. O zaman da canım acır ama işte mecburiyetten der yeni bir yola çıkarım. Valizimi hazırlamak işkence gibidir, beynimdeki düşüncelerle başa çıkma kısmı da cabası.

O yüzden çıkıp da sil baştan, yok efendim bana yeni bir hayat tadı laflarla gelince kendi kendime, en çok yine kendime kızıyorum. Yaa kızım sen önce bir kullandığın eşyalardan kopmayı öğren. Senin neyine allasen yeni başlangıçlar falan diye çıldırıyorum. Sonra bir bakıyorum ki, pek çok şeyden kopmuşum, pek çok şeyi ardımda bırakmışım salya sümük. Yenilerine de şıp diye adapte olmuşum. Tamam belki öyle şıp diye değil de biraz daha uzun sürmüş. ama olmuş yani, hiç bir zaman öyle çok uzun sürmemiş afallamalarım.

İşte o zaman, hadi diyorum kalk. O hiç bilmediğin yerdeki, bilmediğin dalgalar çağırıyor seni. Güneş de doğmuş şimdi, sıcacık ortalık. Ve hafif bir rüzgar saçlarını geriye atıyor, yüzüne canlılık katarken. Elbisenin etekleri savruluyor. Gülümsüyorsun. Bekle diyorsun bilmediğin kumsallarda...Sonra o anda, uzun zamandır sıraladığım domino taşlarımdan en baştakine uzatıyorum elimi. Hazırım diyorum vakti geldi. Pıt...Sonun başlangıcı yeni bir sonun başlangıcına doğru akmaya başlıyor.
Hoşgeldin hayat.

16 Haziran 2011 Perşembe

güzel,..

Ah hayat herşeye rağmen çoook güzel yaaa!
Evime gelmişim, böyle yapılacak çok iş var. Okula dönüp eşya toplamalıyım. Laptop bulmalıyım almak için. Sonra oda yerleştirmeliyim. Kıyafetlerimi düzenlemeliyim falan. Yapılacak pek çok şey var. Tatil yapıp, iş bulmalıyım mesela. En azından 1-2 yere başvurmaya başlamalıyım =). Herşeye rağmen, nefes alabiliyor olmak, her sabah güneşim doğuyor oluşunu bilmek, ay tutulması var diye heyecanlanabiliyor olmak güzel. Varsın eksik olsun 1-2 isteğim. Derken...Acaba? diyorum.

12 Haziran 2011 Pazar

...

'İnsana en büyük kötülüğü yine kendisi yapar...' der babam.
Üzüldüm ben ya, sabırla üzdüm kendimi. Suratımda tuhaf bir gülümsemeyle yaşadım üstelik. Reddediyorum şu an tüm mutluluk oyunlarımı.
Reddettim, nolcak şimdi?

Zaman, hızlı akar mısın biraz?



3 Haziran 2011 Cuma

hikaye(!)


Kimselere anlatmadığımız hikayelerimiz vardır hani.
O kadar içimize işlemiştir ki en sevdiklerimizle paylaşırız sadece. Sonra bir sabah uyanıp da farkederiz ki yakın bulduğumuz herkese anlatmışız. Sevdiğimiz her canlıya fısıldamışız bir bir ne varsa ve hatta ne yoksa...

Üzerine gökkuşağı çizdiğimiz, mutluluk gemileri yüzdürdüğümüz ilkokul çocuğu resimleri gibidir hikaye. Herşey öyle temiz, o kadar toz pembe.
Derken bir sabah uyandığımızda anlarız ki, siyahlar griler de yer buluyormuş boyama setinde. Sevdiğimiz renkler tükenir sıra gelir sevemediklerimizi kullanmaya. Ya da kimileri kullanırlar bizim yerimize.

O kadar uzun geliyor ki bu hikaye, öncesi sanki hiç olmadı. Hatırlamıyorum yaşanmadığı günleri. O zamanlar ne yapıyordum, ne düşünüyordum acaba? Bilmiyorum. Zorlanıyorum hatırlamakta. Tek bildiğim sanki o zaman da vardı hayallerim, sadece daha farklıydı ve daha az derin.

Şimdi gün sayıyorum. Bitecek ve gideceğim diyorum. Hikayemi ardımda bırakıp gideceğim ve kapanacak kitabın sayfası. Sonunu başkaları yazsın istiyorum. Ben yoruldum yazmaktan, üstelik birşeylere rağmen yazmaya çabalamaktan yoruldum. Şimdi temiz bir hikaye istiyorum. Hayallerimle gerçeklerimin daha paralel olduğu bir tane. Terazimin ölçülerinin şaşmadığı, kör olmadığım, sağır ve dilsiz olmadığım bir hikaye. Saklamadığım; açık ve seçik. Sadece kendimi tutamayıp paylaştıklarım dışında hep lal olduğum türde değil. Önüme gelen herkese, her canım istediğimde anlatacağım, bana ait ama yerle, gökle, kuşlarla dahi paylaşabildiğim, içimden geldikçe dalgalara haykırabileceğim bir hikaye.

Öyle ya kimin bitmiş ki öyküsü benimkisi bitsin? ...

26 Mayıs 2011 Perşembe

Anlaşılmaz

Uzun bir hikaye bu...
En azından 23 yıllık yaşamın %13 civarını kapladığına göre uzun sayılabilir.
Neler yaşanmış, zaman zaman kalp çarpıntısı, heyecan mutluluk ve daha çok gözler gölgelenmiş, yutkunmak engellenmiş, buruklaştırmış.

İnsan bir şeyi çok sevdi mi çocuklaşır ya hani, vermek istemez. Tatmin duygusu sahip olmaktır. Ama bazen o kadar çok sever ki alır almaz paketini açamaz. Sonra yavaş yavaş açar. Kutudan çıkarır ama, bu defa da kutuyu atamaz. Zaman geçer, ellemez hiç, sadece izler. Çocukluk işte, bir nevi çocukluk hikayesi.

Herşey bir cümleyse sonu da olsa gerek. Üç noktalı bitmiyormuş meğersem =)

Az kişi adı altında çok kişiyle yürünen bir yol. Saklamışlık, konuşmuşluk. Derken gözlerini kapatıp yok oldu sayma eylemleri. Ve dayanamayıp var etmeler kaldığın yerden. Bir kaç mutluluk için ne kadar hüzüne katlanır ki insan?

Bilmiyorum. Neden-sonuç ilişkisi kurmuyorum artık kurmak da istemiyorum. O kadar çok çalıştı ki beynim, o kadar irdeledi, yorum yaptı ve hayal kurdu ki üzerinde, yorgun artık. Gerçekle beynim arasındaki köprü de yıkılmış. Aynadaki görüntü değil beynimdeki. Bambaşka. Mükemmelimden daha doğal, daha gerçek. Gerçeklerse kendine kurduğun tuzaklardan başka bir şey değil. Atılan her adım, her düşünce, her sır hepsi bilinçaltının himayesinde. Ah nasıl da oyuncudur o!

Kimsenin anlamadığı cümleler kurmaktan sıkılmazdı eskiden. Şimdi son bu. Son nokta.

Şimdi basit olana, güzel olana, mutlu olana doğru bir yol açılmış. İster istemez kaçıyor gergefit oyunlardan. Şimdi nehrin sularında aktı çamurlar. Herşey açık, herşey ortada. Görüyor ve biliyorum. Ben şimdi ileriye yürüyorum.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Gidiyor muyuz şimdi cidden?


Yıllık yazılarını yetiştirme telaşı içindeyiz. 5 yılı nasıl sığdırır ki insan satırlara? İlk akla gelenleri, en çok güldüklerimizi, hatırlayabildiğimiz kadarını dökebildik satırlara elimizden geldiğince. Ya dökemediklerimiz, hatırlamadıklarımız ya da hatırlayıp oralara yazamayacaklarımız ...

Pek çok kere ertelettik yıllık yazılarının son tarihlerini. Kaçışımız o anılara dönüp bakmak değil de, bir şeyleri, birilerini geride bırakmaktı büyük ihtimal. Dostluklarımız, arkadaşlıklarımız, aşklarımız, mutluluk,kırgınlık ve telaşlarımız. En güzel yıllarımızı, en eğlenceli dönemimizi yaşayacağız diye gelmedik mi pek çoğumuz üniversiteye? Yaşamadık mı? Yaşadık yaşamasına da doyamadık ki azizim. Bıraksalar sanki hep yaşayabilirdik gibi geliyor. İşin içerisindeyken defalarca kızdık, lanet ettik, gitmek çıkmak istedik. Şimdi ise sevdiğimiz pek çok insanı görüyoruz. Sanki bir çizgi çekildi. Ötesine geçerken yanımızda istesek de çok insan götüremeyeceğiz gibi. Her birimizin biletleri bambaşka dünyalara alınmış gibi. Belki 3-5 insanla sürekli, bir kısmıyla aralıklı görüştüğümüz ve kalanlarla aylarca, yıllarca görüşememe ihtimalimizin olduğu bir yol bir yer gözüküyor ufukta. Kimileri başka başka ülkelere, şehirlere gidecek. Bazısı yapmış planını yıllardır hayalini kurduğu işi kurma sevdasına düşecek. Ve bazılarımız ise bir rüzgar beklemekte kapılsam diye çünkü kararsız.

Aynı dili konuşuyoruz ve bunu biliyoruz. Ne kadar kızsak da günden güne değişirken, farklılaşırken bu okulda ortak da bir kültüre sahip olduk her adımda. Öyle ki çıktığımızda bu küçük dünyamızdan dilimiz yadırgandı, tavrımız yadırgandı kimi mecralarda iyi ve de kötü yönde.

Gelen yazıları okurken de, birilerine yazarken de tuhaf bir his kapladı beni. Böyle sıcacık, ama ağırlaştıran kalbimi, gözlerimi dolduran hem hüzün hem mutlulukla. En minik anının bile ne kadar değerli olduğunu, anların asla geri gelmeyeceğini sezdim. İleriyi görmeye çalıştım; kimler kalacaktı acaba geriye? Bazılarından çok emindim, bazılarından değil. Sonra babamın sesi yankılandı kulaklarımda: 'Ah be kızım, hayat bu? Biz de ister miydik dostlarımızdan kopmak? Ama hayat! Önceleri sık görüşüyorsun, sonra sıklıklar azalıyor, herkes dağılıyor, bir yerden sonra iletişimin bile kopuyor pek çoğuyla. Derken unutmaya başlıyorsun. Bir gün bir bakıyorsun bir sima çok tanıdık geliyor. Ah diyorsun bu benim okul arkadaşım. Ne kadar değişmiş. Yıpranmış mı biraz? Yanındaki oğlu mu yoksa? Bu kadar mı yaşlandık be azizim. Derken kendi ailen, işin, çocuğun geliyor aklına. Ah diyorsun geçmiş yıllar, kaç yaşına gelmişim...Yanına gidiyorsun hevesle sohbet edip tekrar haberleşmek üzere sözleşiyorsun.'
Herhalde aynı senaryoda eve döner dönmez ilk iş aynaya bakardım ben de nasıl geçmiş yıllar diye. Umarım estetik yaptırmış olurum da sezmem çok =)



O değil de bu yıllıklar çok bozdu, çok bozdu bu yıllıklar beni. Ben hala zorlanıyorum inanmakta. Gerçekten gidiyor muyuz, bitti mi şimdi?

3 Mayıs 2011 Salı

Yadırgama

Bir anlam herşeyi anlamsızlaştırabilir mi? Varlığını bildiğin özümsediğin o dünya çökebilir mi aniden.

Çıktığın basamaklar kayıyor, korkunç bir sis...Girdaptan çıkmaya çalışan bir hiçlik. Karnın acıkmıyor, susamıyorsun. Sadece susuyorsun!

Sorgularsın zaman zaman inancının hiç tükenmeyeceğine inandıklarını. Çarptığın kapılar ölümdür bir başka hayatları olmayan. Kaybolursun.
Çekip gitmek istersin ıssızlıktan başka ıssızlıklara. Ve berbat film replikleri tutarsın hafızanda bir gün başarırsan gitmeyi diye. Herkesi, herşeyi ardında bıraktırır ansızın bir şey. Bir tek o önemlidir artık, sadece o vardır. Herşey flu, herşey yok. Yokluktan varlık çıkarmak mümkün mü? Sorgularsın, sorgularsın...

Beyninledir kavgan normalde uyunan saatlerde. Onlar uyurken sessiz, sükunlu ve derin cennetlerde, cehennemi yaratırsın kat ve kat iliklerinde. Yanarsın, üşürsün... Ağrıyan bir baş ile ağlamayı dahi beceremezsin gülersin sinir ile.

Derken bir yeşillikte su ateş ile buluşur. Her şey susar, tüm o karartılar. Oturur sakince önce ağlar ardından nefes almaya başlarsın. Kaybın yoktur, ellerindeki yanık izlerini saymazsak. Ve herkeslikten herkesliğe geçiş yaparsın. Sonra susarsın topluluklara konuşur gibi gözüksen de.
Bir o duyar sessizliğini, bir de sen duyarsın.