28 Aralık 2010 Salı

2010 bitiyormuş, Mutlu yıllar!


2010 bitiyormuş...Eh ne yapalım bitsin. Geriye dönüp bakınca yine ne çok şey yaşamışız. Her yıl bitimi hem yeni bir umut hem de neler beklemişim neler olmuş, ne süprizler çıkmış karşıma tadında bunalımdır bende.

Yakın çevremin bildiği üzere insanları öğrenmeye devam ediyorum. Hiçbir zaman tam anlamıyla başarılı da olamayacağım belki. Bana anlatılanlara inanmak gibi çocuksu bir yanım var lakin gerçeğin anlatıldığı gibi olmadığı yüzüme çarpınca sinirleniyorum :) Böyleyim işte elden ne gelir. Yine böyle bir yıl olmuş. Ucundan köşesinden payımıza düşenleri yaşamışız. Kimi çıkarımlar yapmışım genelini bir kaç ay sonra yine unutacağım:

* Şöyleyim böyleyim diyorlar ya, inanma ve incele... Öyle olmadıklarını görme ihtimalin var.

* Kimi değerlerden en çok söz edenler, o değerlere sahip olabilecekleri gibi o değerlerden en uzakta olanlar olabilirler.

* Yalan söylendiğinde susma, bir çocuğun cesaretiyle ' E ama bu resmen yalan, saygısızlık ediyorsun' diyebil.

* Önyargılı olma insanlara, en kızdıkların en sevdiklerin olabilirler.

* Ve en sevdiklerin de en kızdıkların.

* Gülümsemek hüznü, kızgınlığı, acıyı silip geçen bir etkiye sahiptir.

* Nefret edemesen de en azından uzak durmayı bil sana zarar verenlerden.

* Sevdiklerine belli et sevgini ki senin kadar onlar da bilebilsin.

* İnancını yitirme, çirkinliklerin olma sebebi güzelliğini görebilmek dünyanın.

* Özü sözü bir olan insan buldun mu bırakma yakasını, zorla dostu ol gerekirse :)

* Özrünü hakeden insana borcunu öde.

Yaa evet böyle bireysel gelişim tadında cümlelerim var kendi kendime. Sıkça bulup, sıkça unuttuğum. Aldığım dersler biraz ağırdı 2010da ama nasılsa 2011 yakın. Unutulacak onlar da herkes gibi herşey gibi.

Şimdi deriiiiin bir nefes alıp, minik adımlarla yeni bir yıla hazırlanmak lazım. Saç rengimi mi değiştirsem acaba ;)

Mutlu yıllar!! İyi yöndeki tüm dilekleriniz gerçek olsun.

Ps: Ailem ve sevdiklerimle en güzelinden en eğlencelisinden süpriz dolu bir yıl olsun istiyorum.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Salak yerine koy(ama)ma eylemi

Son zamanlarda sıkça sözü geçer oldu. Koro halinde aynı cümleyi kurar ve yaşar gibiyiz çevremde :

''Salak yerine koyuyor, salağı oynuyorum, anlamamış gibi yapıyorum oysa ki herşeyin farkındayım. Nereye kadar?''

Gerçekten insanlar kaarşılarındakini düşük zekalı olarak görüyorlar. Oysaki Salak olmakla saf olmak ya da iyi olmak farklı şeydir. Sanırım biz bunu anlatamadık. Göz göre göre susuyoruz çoğu zaman. Herşeyi bilip, hiçbir şey bilmiyor gibi yaşıyoruz...
Sonuç; gerçekten yediğimizi, kandırıldığımızı sanıyorlar. Tuhaf!
Arkadaşım senin yemeyeceğin hikayeyi anlatma bana. İnan bana, saf olabiliriz, iyi niyetli olabiliriz, yüzüne vurmayacak kadar insancıl olabiliriz. Ama yemiyoruz biz bu ayakları!!! Söylenen her yalan, saklanan her gerçek ve yanlış yönlendirmeler er ya da geç gelyor bizim önümüze. Hayır bunu söylüyoruz da açık seçik:

''Bana söylenen her yalan geldi önüme ve sustum, yüzüne vurmadım kimsenin!''
diyoruz. Bunda anlaşılması güç olan nokta nedir yani? Yok intikam almak, efendim yüzünüze vurmak gibi bir ihtimalimiz de yok. Sadece komik duruma düşüyorsunuz :)
Biz kendi kendimize hayıflanıyoruz sadece acaba dışarıya gerçekten salak izlenimi mi veriyorum yahu şeklinde.

Yapmayın artık, darlamayın, yalan söyleyecekseniz ustalıkla söyleyin bari. Özellikle erkek milleti gerçekten başarısız. Yahu siz daha kandırmanın k'sindeyken anlıyoruz işte maval okuduğunuzu. İllla bas bas senin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığını biliyorum. Ve ben bu oyunlardan hoşlanmıyorum mu demek lazım yani? Erkek karalama politikası falan değil bu hatta belki de iyi bir şey. Zira kadın milletinin oyunlarını çözmek zaten bir ancak bir kadının ehil olduğu konudur. Binbir tilki ile yaşayanların ise gerçekten nasıl yorulmadıkları kişisel olarak merak konum. Tez konusu olabilir bir şey. Huzur bulun yahu, bir sakin. Bugün de kazık atmayın, kötülük yapmayın, kıskanmayın. ay bir gülümseyin işte yaaa, arının nefretten ne kadar zor olabilir ki sanki?

İlla bir yamukluk yapacaksanız gözlerinizi kapatın bari,
çünkü genelde yalanınız, eksiğiniz, küçümsemeniz, kıskançlığınız hepsi ayna gibi okunuyor gözlerinizden.

Evet dolmuşum bu konuda biraz :)

Eyvallah!

17 Aralık 2010 Cuma

Pişmanlıktan gelen yabancı


Gece olmuş olmalı...Kaç saattir burada oturuyorum? 10? belki 15? Perdeleri açarsam, yok kalkmak istemiyorum buradan. Yoksa kıpırdamadan ve konuşmadan devirdim mi bir günü? Neden susan ve kaçan benim? İnsan bu kadar sorgulamamalı kendini. Geçmişe bakıyorum.
Ne kadar uzaaakk...

Ne kadar da yakın.
Öyle anları var ki hayatın silmek imkansız.
Ne en mutlu olunan anlar ne de en acı çektiklerimiz.
Unutulmaması gerekenler unutulmuyor.

Telefonun ışığı yandığında sen olduğunu anlıyorum. Cevap vermek gelmiyor içimden. İçimdeki insanlık o kadar yoğun ki sesindeki pişmanlık ya bana da bulaşırsa diye korkuyorum. Elim telefona uzanıyor, açmakla açmamak arasındayım. Ve cevaplıyorum.
Tek kelimen dağıtıyor ortalığı:
-Gerçekten pişmanım.

Nefret edemediğimi biliyorum, kendimi tanıyacak kadar büyümüş ama yeni şeyler öğrenmeye hevesli olacak kadar çocuk hissediyorum o an. Bir şey diyemiyorum, kitli dudaklarım. Soğuk bir ses tonuyla titreyerek ''Anladım''dan başka kelime çıkmıyor ağzımdan. Kapatıyorum telefonu. Belki de benden nefret etmeli diye düşünüyorum. daha kolay olur belki...

Kimseyi çekip kurtaracak gücüm kalmamış, kimsenin hayatına yön vermek istemiyorum. Kendi hayatımla meşgulüm ben. Hatta artık birileri bana yardım etsin istiyorum. Sorun çözmekten, bunu böyle yaparsan sonunda şöyle olacak üzüleceksin şeklinde cümleler kurmaktan yorgun bu zihin. Susuyorum, yalnız sana değil, onlara değil...İnann!! Kendime bile çokça susuyorum artık. Yorgun hissediyorum.

Derken o uyanıyor...Gülümsüyorum. Şimdi kalkıyor üstümdeki ölü toprağı ve şimdi az önce aramışlığın siliniyor. Pişmansın ya, umrumda değil. Ben pişman değilim. Arsızca gülümsüyor, ben gülümsüyorum. Bırak diyor, bırak Allah aşkına nereye kadar? Çaban niye?
Bana benzemeyen bir ses tonu cevaplıyor yine:
- Biliyor musun, ben zaten pes ettim!
Gülümsüyor tekrar ve ben birazcık korkuyorum:
-Oyun daha yeni başlıyor ...

22 Kasım 2010 Pazartesi

LoL

Ne desem bilemiyorum...:S League of Legends oynamaya başladım. Ve bağımlı oldum sanırım. Herşeyi erteleyip hep 'ay bir el oynayıp bırakırım' deyip saatlerce sabahlara kadar oyun oynuyorum. Allah sonumu hayır etsin!!!!

Kendim oynadığım yetmiyormuş gibi zavallı arkadaşlarıma da bulaştırdım. Hayır hepimizin sınavları beter olursa kendimi kötü hissedeceğim. Şu iki hafta bırakmanın bir yolunu bulmam gerekiyor.

Ya ama nasıl güzel bir şeydir oyun oynamak. Böyle hiçbir şey düşünmüyor ya hani insan işte olay budur diyorsunuz. Dizi izlerken, kitap okurken, ders çalışırken ne bileyim başka şeylerde birşeye takılıysa kafanız durup hatırlarsınız. Oyunda böyle bir imkan yok. Ordan oraya koş, şunu öldür, öldürülünce item kas falan derken düşünmeye vakit yok. Nimettt resmen nimettt :)

Şu saate kadar yine oynadım. Ders ne olacak? Yazılacak rapor var, cuma günü iki sınav var, salı şirkete gidilecek... Ve ben hala oyun oynamak istiyorum.
Hadi dursun zaman n'ooolur yaaaa =P

15 Kasım 2010 Pazartesi

Uyan ey gözlerim uyan...

Zamanında bir sabah namazını kaçırması üzerine 3. Murad'ın yazdığı söylenir sözlerini. Bana nedense dini boyutundan daha çok çok daha farklı çok daha insani çoook daha derini bir yanı var gibi gelir müziğinde. Sözleri şöyledir:

uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan uykusu çok gözlerim uyan
azrailin kastı canadır inan
uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan uykusu çok gözlerim uyan


Her dinlediğimde müzikle kendimden geçip sözleri mırıldanırken buluyorum kendimi. Ve hep aynı düşünceler dönüyor beynimde. Ufacık şeylere takılıp ne çok üzüyoruz kendimizi. Ve bazen asıl amaçlarımızı ne kadar da geride bırakıyoruz. Sanki bir puzzle'ı yaparken ufacık 1-2 parçayı seyre dalıp, resmin bütününü unutuyoruz. Oysa amaç o resimdi. Hem hüzünlendiren hem de tuhaf bir umut yükleyen bir eserdir. Böyle huşu içinde kalır insan.
Neden söz ettiğimi merak eden olursa diye izlentisi de altta :)

Uyan Ey Gozlerim
Yükleyen aliaydemir. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Gelelim asıl duruma. Yarın Bayram. Ben okulun yurdunda tek başımayım. İlk defa aileden kimse olmadan geçireceğim bir bayram. İşin aslı bu benim tercihim oldu bu sene. Yoksa çok şükür annemlerin yanına gidebilirdim. Ya da İstanbul'da anneannem, dayım, teyzelerim gibi canımdan öte akrabalarım var. Hatta düşünüp aileden ayrı geçirme kuzen gelip okula alıyorum seni diyen bir kuzenim var. Çok şükür cidden. Ama bu bayram bir garibim. İnsanlardan uzaklaşma, kalabalığa dahil olmama isteğim herşeyden ağır bastı. Fiziksel yorgunluktan öte zihinsel bir yorgunluk söz konusu. Aklıma takılan, üzerinde düşünmem ve çözmem gereken kişisel meselelerim var. Sanırım oturduğum yerden ruhsal bir yolculuk yaşama tadındayım 1-2 gündür. Odada oturup, içip, müzik dinleyip, pizza falan söyleyip, dizi izleyip ya da hiçbir şey yapmadan sadece düşünüp geçiriyorum günlerimi. Çözüm bulabildim mi kafamdakilere? Şimdilik hayır. Ama inanılmaz dinlenmiş ve güçleniyor hissediyorum kendimi. Resmin bütününü görmeye başlıyorum yavaş yavaş. Amaç da biraz bu olsa gerek. Benim için resmin bütünü huzur ve mutluluk. Ve bunlar için neler yapmam gerek gibi biraz hayati biraz felsefi düşüncelerle iç içeyim. Yaşadığım bir olay canımı çok sıkmıştı. Gittikçe aslında önemsiz olmadığını ama çok da abartılmaması gerektiğini düşünmeye başladım. Yani belki de olması gerekenler oluyor. Elden gelen sadece yapabilecekleri yapıp sonrasında beklemek. Akışa bırakmak, akıntıya karşı yüzmeye göre çok kolay. Niyeyse hep akışa karşı yüzmek gibi bir eğilimim varmış bunu keşfettim.

Kendi kendimi avutup, kendi yaralarımı sarıp geçecek diyorum. Bak sen bunları yaşadın bugüne kadar. Kimine göre kolayi kimine göre ağır. Ama sen bunları yaşadın ve kaldırma gücün var. O yüzden hayat hertürlü güzel. Yaşadığım en ufak şeyden en ağır şeye hepsi beni ben yapmış. Ve önümde kimbilir daha neler var.

Evet birazcık koyuyor bayrama yalnız girecek olmak. Ama yalnızlık farklı bir tat, farklı bir ihtiyaç. Zaten bayramın 2. günü yine gitmek lazım ziyaretlere. Elimi telefona atıp uzaktakilerin bayramını kutlamak bile zor geliyor aslında şu an. İşte böyle biri değilim bu yüzden ihtiyacım sükunete. Ben yine ben olabileyim diye.

Aslında bunalım bir yazı değil bu ama şöyle okuyunca öyle gibi durmuş. Sadece insanın kendini arayıp bulması ve yönünü çizmesi gibi birşey. Sanırım yazmak için yazıyorum an itibariyle.

Herkese iyi bayramlar...Asla okumayacak olsalar da Anne, Baba, Abiciğim ve tüm diğer kanlarım...Sizi seviyorum :)

Gördüğümüze değil görmek istediğimize inanıyoruz...

Kim demişti hatırlamıyorum insanları tanımak istediğimiz gibi tanırmışız. Sonra bir arkadaşım ekledi geçenlerde sen istediğin gibi tanıdın, istediğin kalıpta o hiç öyle olmadı dedi. Dondum kaldım. Geçmişe döndüm sonra. Bir insan hep aynı şeyi mi yapar? Evet tabiiki çünkü karakterdir bu. Çünkü değişmek zordur.

Şimdi algılıyorum ki biz insanları bize kendilerini tanıttıkları kadar tanıyoruz. Ve eğer varsa hayalgücümüz hayalettiğimiz gibi biliyoruz onları. Sonra oturup ağlıyoruz sıkça: Ama o böyle biri değildi!
Salaklığımıza doymayalım gençler. Nitekim o hep öyle bir insandı. :)

Hikayesi de var olayın şöyle:

Kadın merhaba dedi!
Ve adam selamladı başıyla.
Sen şeffaf mısın dedi kadın!
Ben şeffafım dedi adam.
Ve arkalarındaki ihtiyar kahkahalarıyla cevapladı ikisini:
Eh be adam hadi sen yalan söylüyorsun anladık da kadın sen salak mısın? Görmüyor musun ki bu adamı şeffaf sanıyorsun ve şeffaf umuyorsun.

Hikayenin sonunda hepsi öldüler. Zira Türk filmi değildiler...

İşte böyle...Kimi zaman bir kaç cümle yetermiş anlatmaya da aldatmaya da.

_KGK_

14 Kasım 2010 Pazar

Çilek zaafı- mutluluk- nefret


Çileğe zaafım var, evet! Çilekli yoğurtlu milka, çilekli lilapause, çilekli soda, çilek şarabı, çileğin kendisi...bu liste sürebilir böyle. Ama işin en ilginç yanı çilekli dondurma gofret gibi aromalı şeyleri de sevmem. Farkettim ki bu sevdiğim çilekliler beni inanılmaz mutlu ediyor. Ne zaman aşırı mutsuz olsam bunlardan biriyle buluyorum kendimi. Yahu bu kadar kolay mı mutluluk? Bazen evet ;-)

Şu yazıyı yazarken içinde bulunduğum durumu da bildirmek isterim. Alınmış ılık bir duşla biyolojik olarak stresten, yorgunluktan ve gerginlikten arındırılmış bir bünye ve bunun getirdiği psikolojik gevşeme var üzerimde. Okulda yurttayım. Bayramda bir yerlere gitmeme kararı aldım. Tam bir garfield gibi sırtüstü yatıp, kitap okuyup, müzik dinleyip, şarap falan içip, eksik konularımı tamamlayıp ders çalışmak gibi planlarım var. Arada çıkan ani kalk gidelim akıllılıklarım da olur elbet diye düşünüyorum. Kalkıp tek başıma müze falan gezmek gibi. Kendini tanımak böyle bir şey azizim, ne olduğunu bilecek insan haha. An itibariyle çilek şarabım, müziğim ve bir sınavdan almış olduğum rezillik ötesi not ile kaloriferin önünde minderde mayışmakla meşgulüm.
3 kitap birden aldım bugün tatil planlarıma ekledim onları. Livaneli'nin 'Son Ada'sı, Trevanian'ın 'katya'nın yazı' kitabı ve 'Kadın Krallığı' isimli kalan son anaerkil toplumu anlatan bir kitap. Bloga yazmaya başlamadan önce üçü arasında gidip geliyordum hangisini okumaya başlasam diye. Kenara ayırmış olduğum bir de fantastik tarzın inanılmaz yazarlarından kabul edilen David Eddings kitabım var. Serinin ilk kitabı, devamının da zulasını buldum bir kitabevinde:) Ona da ayrı bir mutluyum zira ilkini bulamayıp getirtmiştim devamını bulmak zor olacak diye de başlayamıyordum bir türlü kitaba. Hangisinden başlamalı? Sanırım az sonra karar vereceğim.
Belki de mutluluğu yanlış anladık biz. Bazen bunu düşünüyorum. Hani şu kapitalist, teknolojiye boğulmuş hayata kapılmak yerine, basit insanlar olsaydık böyle dağ başında, ormanda ovada falan. Sadece yaşamak için yaşıyor olsaydık...Kimbilir belki de daha mutlu, elindekiyle yetinmeyi bilen insanlar olacaktık. Mutluluk tuhaf kavram....Böyle varlıkla yokluk arası, hiç elle tutulur değil ama nasıl da ısıtıyor insanın içini.

Başlıkta bir de nefret demiştim ya ona dair de yazayım o zaman. Geçenlerde bir şey keşfettim bir arkadaşımla konuşurken(D.'e sevgiler :]). Ben hiç nefret etmemişim bugüne dek. Hala daha da edemiyorum. Nefret ediyorum dediğim kişi, nesne ve kavramlar oldu zaman zaman doğal olarak. Ama bir düşndüm ki lafta kalmış hep. Huyum kurusun geçici benim öfkelerim. Yakıcı,kırıcı ama geçici. Ben hep affetmişim herkesi herşeyi. Belki de ne olursa olsun yola devam edebilen, mutlu olabilen yönümü buna borçluyumdur kimbilir. Hayatımda hiç içten bir şekilde beddua edememişim galiba. En ağır bedduam pişman olsun falan olmuş. Garip geldi bu bana. Zira dışarıdan bakınca ben bile kendimi acımasız falan zannederdim. Yahu nefret edememek ne demek? Sonra biraz daha konuştuk arkadaşla. Farkettim ki cezalandırma şeklim farklı. Önceden de söylerdim zaten insanlar ukalaca bulurlar ama elimde değil buna inanıyorum. Benim intikam alma şeklim insanları bensiz bırakmak, kavramları da kendi haline terketmek. Haha aslında gerçekten kendimi beğenmiş bir insan değilim. Hayır kendimi seviyorum ama herkes kadar. Belki de bu olay yüzden karma diye bir şey olduğuna inanıyorum ya da ilahi adalet dediğimiz şeye. Çünkü düşününce bu güne kadar kim beni üzdüyse pişman oldu, ya da bir şekilde geri dönüş yaptı. Beddua etsem, bela falan okusam ya da oturup kötülük yapmaya hinlik yapmaya kassam (hoş beceremem ya)muhtemelen böyle olmayacaktı. Olayları akışına bırakıp sabretmek o süreçte ne kadar benim canımı acıtsa da, sonunda kazanan hep ben olmuşum. Ne heybetli kavramsın be zaman?.

Şarap falan diyince çok sevdiğim bir Hayyam rubaisi geldi aklıma onu da yazayım tam olsun:

Bir elde kadeh! Bir elde Kur"an!
Ne helâldır işimiz, ne de haram!
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!


Çileğe zaafı olan, müzik ve şarapla mutlu olmuş ve nefret edemeyen bir kız yazdı. İyi geceler :)

7 Kasım 2010 Pazar

Çocuğun gözünden hayat


Hatun kısmısının hormonları tavan yapar periodik olarak 28 günde bir. Birazcık da düzensiz desek o hormonlara, maksimum 1- 1,5 ayda bir çocuk sevgimiz uçuşa geçer bizim. Ha çocuk sevmeyenler de var tabii onları ayrı tutuyorum bu yazıdan.

Bu noktada önce biyolojiyi anlamak lazım. Birbirini kıskanıp, birlikte yaşadığın insan üreme dönemine girince bir hızlanıp, h.sktr benim neyim eksik, gencim normalim ulan diyerek ona adapte olup, aynı dönemi yakalayan bir yumurta sistemimiz var. Bilmeyenler için söylüyorum birlikte kalan insanların regl dönemleri birbirine yaklaşır. Hatta kızlar arası en klasik geyiklerdendir 'yine kıskandı senin vücut benim yumurtları' diye. Evet çirkin muhabbetler :))

İşin psikolojik boyutuna bakalım şimdi bir de. Neler yaşıyoruz yareeppiim şu biyolojimiz yüzünden. Evlenmem ben yea, yok abi manyak mıyım hangi devirdeyiz niye evlenicem diyen hatun kişimiz döneme adımını atar ve 'amaaann tanrım bebişeee gell, ayy bak bak şurdaki sarışın kız çocuuu ne tatlı diyymiğğğ' gibi sendromlarla ortaya çıkar. İşin özü budur, annelik hormonları tavan yapmış hanım kişimiz o an bebeği olsun ister. Böyle sevsin falan, kokusunu bile almayı başarıyor kimileri. Bebek kokusu hani böyle sütle ishal karışımı berbat birşey. Ama insanın niyeyse sevdiği koku. Bir eve adımınızı attığınızda yeni doğmuş bir bebek olduğunu algılamanıza neden olan koku.

Belki de bu evrimle ilgili bir şey. En derin içgüdümüzde doğaya gelip, birilerini hayata bırakıp göçüp gitme dürtümüz var belki de kimbilir. Asıl merak ettiğim erkek milletinin de var mı acaba böyle zaman zaman gelen 'baba olmalıyım olmm baba' hissiyatı. Yani yolda gördüğü çocuğu severken, çocuk ona tekme atıp kaçarken falan ben baba olsam nasıl güzel olur diye düşünüyorlar mı ki :)

Şimdi tüm bunları bırakıp bir de işin hayati ve edebi boyutuna bakalım. Ben severim azizim çocukları. Yani period olsun olmasın severim. Biz 8 kuzeniz ve 5i benden küçük. Hepsi aralıklı yaşlarla devam ediyorlar. Belki pek çok bebek gördük yaşamımızda, belki bir alışkanlık kimbilir. Ama onlarla takılmayı severim büyüdüklerinde. Bebeklerken uyutmayı, ne bileyim karnını doyurmayı hatta inanmayacaksınız ama altını temizlemeyi severim. Bir bebeğin kucağınızda uykuya dalması, uyurken gülümsemesi...İnanılmaz hislerdir bunlar. Peki neden sevilesi bu minik şeyler böyle? Çünkü bebek masumdur...Temizdir. Ama asla iyi değildir. O kadar dürüsttür ki iyi bile olamaz klasik toplumsal kalıplarda. Hayatta bir çocuktan daha acımasız kimse olamaz. Çocuk senin suratına bakar ve 'sen güzelsin, sen çirkinsin, pis kokuyor burası, Ayşe altına işedi!' gibi inanılmaz gerçek, ama bir o kadar da acımasız cümleler kurar.

Çocuk paylaşmayı genelde sonradan öğrenir. 'Bu benim' demek gibi çok insani bir yönü vardır çocuğun. Bu benim ve hayır sen ona sahip olmazsın. Bu kadar basit. Hangimiz bu kadar rahat 'hayır' diyebiliyoruz hayatta? Bunu öğrenmek kimilerimiz için yıllar almıyor mu? Hangimiz seni sevmiyorum, hayır gelmeni istemiyorum, bunu sana vermem gibi cümleleri bir çocuk kadar rahat söyleyebiliyoruz. Ve yine söyledik diyelim, toplumun bize yanıtı çocuğa olduğu gibi mi oluyor?


Çocuk özgürlüktür! Hepimiz kafamızda o minik şeylere bakıp özgürlüğü anımsıyor ve bu yüzden bu kadar çok seviyoruz çocukları. Ancak ardından o çocuk dediğimiz şeyin özgürlüğü kendi içinde barındırdığını ve hayatımıza girmesiyle bizi toplumda hapseden pek çok unsurdan biri olacağını farkediyor ve:
yok azizim hayat yeterince kötü, niye böyle bir dünyaya çocuk getireyim ki
tadında cümlelerimizi döküveriyoruz ortaya.

Kıssadan hisse: Çocuk candır, hayattır, mutluluktur...

2 Kasım 2010 Salı

minicik bir hap sadece (!)

Evet konum minicik bir ilaç parçası. Kendisi nelere bedel olabiliyormuş sancılı bir şekilde öğrendim. Kafam çok dolu, uyuyamıyorum ve ondan önceki gece yarısı uyanmışım. Sabah olmuş sabah 5 küsur. Kafamda binbir düşünce. Yürüyorum, telefonla konuşuyorum. Yatağa çıkıyorum yok. Uyumak mümkün değil yine. Sıkıntı da var hafiften. Son çare : o minicik ilaç. Hayatımın hatası!!

Alışık olmayan bir bünyeye antidepresan dozajı fazla gelirse sonuç oldukça kötü oluyormuş. Oysa ben sadece uyumak istedim. Hayır nasıl böyle bir saçmalık yaptım onu da bilmiyorum. Bir tanecik içtim yahu sadece bir tane...Evet günde önerilen maksimum dozmuş ama ... Uyudum mu ? Evet uyudum, anında küt diye sızmışım. Sadece 1,5 saat sürdü bu deliksiz uyku. Bir uyandım ki ellerim ayaklarım uyuşmuş...Allah dedim s.çtık çok gencim hiç ölesim yok benim. Yanıyorum, yorganı açıyorum donuyorum. Midemin bulantısından yerimden kımıldamaya korkuyorum. Sonunda bir cesaret kendimi banyoya atıyorum. Saatlerce yatak banyo arası mekik dokuyorum. Ellerim ayaklarım hala uyuşuk...Bir yanıyor, bir titriyorum. Arada sağlık merkezine gitsem mi diye düşünüyorum ama ne oraya gidecek halim var, ne de ben bunu uyumak için içtim diye anlatacak mecalim. Salaklık tabii adamlar haklı..uyku ilacı denen bişi var git al ordan di mi?...

Saat biraz daha insani bir hal alınca abimi arıyorum hemen. Durum böyle böyle ölmem di mi? Vücudum tuhaf tepkiler veriyor, korkuyorum! İlacın ismini verince abim rahatlatıyor. Korkma bir kutu da içsen ondan ölmezsin ama etkilerinin geçmesini bekleyeceksin, çare yok! En azından rahatlıyorum, yani öyle ciddi bir durum yok etkileri saymazsak. Ve kendi kendime yineleyip duruyorum: şu ilaç alıp intihar edenler var yaaaa harbi beyinsiz adamlar. En acılı yöntem bu olmalı yahu 1 tanesi bu kadar etkiliyorsa öyle bir kutu içince noluyorsundur kimbilir?? Hayal etmesi bile korkunç...

Bu da böyle bir deneyim oldu işte. Demek ki neymiş? Antidepresan kullanmıyorsan öyle hebele hübele uyuyayım diye alınmazmış o bonbonlar :) Onlar 5mg la fln başlanıp yavaş yavaş içilirmiş o zaman birşey olmazmış. Uzun bir süre ağrı kesici bile içeceğimi sanmıyorum gerçi. 'Topu topu bir tanecik ilaç, abartma!' tepkisi verebilecek arkadaşlara da, deneyin ve görün hodri meydan diyorum. Ve Behlül kaçar!

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yaşam, herşeye rağmen... :)

Düşünüyorum da neler yaşanıyor küçücük ömürlerimizde. Bir arkadaşımın feysbuk duvarındaki bir yazı anımsattı bunu bana. Çok basit anıydı belki ama silinmiş benden.
Durup dururken bir kadehi atıp yere parçalamışım.
Sorar tabi insanlar 'neden yaptın ki bunu??' diye.
Cevabım : bunu hep yapmak istemiştim.

Ben biraz böyle yaşadım belli bir yaşa kadar. Deli-dolu hatta sonuna kadar hayat dolu.
Kendi çapımda aşık falan oldum. Gitar çalmayı denedim. Org çalmayı denedim. Saçımı pembeye boyattım. Birbiriyle alakasız arkadaşlarım oldu. Hiç benzemezlerdi birbirlerine. Benimle alakasız karakterde arkadaşlarım oldu. Yazdım...beğenmedim ama devam ettim. Beğendim ama sakladım paylaşmadım. Birini beğendim asla söylemedim. Beğenmedim ama iyi davrandım. Bunlar öyle aradan hatırladıklarım. Biri sorgularsa cevabım netti: yapmak istedim!!!

Öyle çılgınca şeyler olmadığı için isteklerim sorun olmadı. Sadece söylemek istediklerim sık sık başıma bela olmuştur. Genelde düşündüğümü içimde tutamamak gibi bir huyum vardır söz konusu duygusal bir şey değilse.

Şimdi düşünüyorum da arada bir yerde, bir noktada bir günde belki bir anda bıraktım ben bunu. O kız orada öylece kalakaldı. Şüphesiz yaşananlar ya da yaşanmayanlar sebep oldu buna. Devam ettim yaşamaya asla kopmadım. Ancak yaşayan o kız değil bunu bugün anladım.

Şimdi ben biraz daha tedirgin yaşar olmuşum. O öyle istedim yaptım mantığı arasıra uğruyor sadece. Ki o anlarda inanılmaz mutlu oluyorum. Tek başıma yaptığım gece yarısı yürüyüşlerim, evden çıkıp nereye gittiğimi bilmeden rastgele bir yerlere varışım, yazıp kendime sakladıklarım,... İşte bunlar gibi zaman zaman geliyor o anlar bana. Ama sonra da uçup gidiyor. Gökyüzüne bakıp farklı gezegenlerde olmayı hayal ederdim çocuksu dünyamda. O dünya da duruyor aslında. Daha temiz, daha doğru.
Doğrulukla kafayı bozmuşluğum da o kızın yanlışlara rastlayışına tekabül eder takvimde.

Sonuçta gel zaman git zaman ucundan kıyısından büyümüşüz biz de. Ve kaşla göz arasında uçan fillerimiz, pembe çimenlerimiz kaybolup gitmiş. Geçenlerde annemin kucağında abuk subuk bir şeye ağlarken sezdim o kaybolanları. Sonra nedenini düşündüm. Anlatmaya çok da gerek yok. Öyle roman karakteri falan olmasak da benzerdir ama bambaşkadır her insanın yaşamı. 'life happened' diyorlar ya aynen öyle hayat oldu. En sevdiğim kalıplarıdır bu ingiliz hergelelerinin. Hayat oldu azizim ve biz olduk.

Peki ne oldu? hiç bir şey olmadı. Ne olursa olsun yaşadık. Yaşayacağız da. İşte böyle bir genetik kodlamaya sahibiz. Nefes aldığın sürece yaşayacağın hiçbir şey, hiçbir kötü olay öldürmez seni. Ha evet şartlara katlanırsın.
O yüzden şu önündekinin son 3-5 dakika olduğunu da bilsen herşeye rağmen yaşamak lazım olsa gerek :)

28 Ekim 2010 Perşembe

dolu ve boş

İstanbul ağlıyor yine ...

Çok klişedir biliyorum. Ama yağmurlu havada İstanbul'a öyle yakışıyor ki bu cümle kullanmazsam kendimi eksik hissediyorum. Bu yazının bir başlığı olmayacak. Şu aralar hayatıma başlık atamıyorum. Öyle çok olay iç içe ki!...

Üzülüyor insan. Herşeye rağmen büyüyemediğini gördüğü zaman. Sonra tekrar üzülüyor büyüdüğünü anlayınca. Öyle çok karmaşık değil aslında. İyi olan, masum kalan ve bu yüzden kötü olaylarla karşılaşan tarafınıza bakıp büyümediğinizi görüyorsunuz. Sonra yaşanan çirkinliklere bakıyorsunuz. İnsanların durum kullanmalarına, yalanlara, size göre yanlış olan şeylere... Öeef be niye büyüdük ki diye hayıflanıyorsunuz o nokta da. İşte insan kendini hem büyümüş, hem de büyüyememiş hissediyor. Üstelik aynı anda.

Bazen çok üzüldüğümüzde hani sanki ilahi bir şeyler olur. Bir anda herşeyin ötesinde buluruz kendimizi. Düşünecek herşeyi düşünmüşüzdür ya da artık daha fazla düşünemeyecek, kafa yoramayacak kadar çok düşünmüşüzdür. Sonra böyle süzülürüz, herşeye bir perde gelir. Olayların dışına, en dışına çıkarız. Sanki hem yaşayıp hem de yukarılardan bir yerlerden kendimizi yaşarken izlemek gibi. Bu anlarda berraktır hayat. Herşey ortadadır.
Ve o cümle düşer dudaklarımızdan : Akışına bırakmak lazım!

Akıyor işte...Ne kadar uğraşsak da suyun yönü değişmez bazen aksine tek bir minik parçacığın tüm akışı etkileyebildiği zamanların.

Sonbahar ya şimdi, yapraklar dökülüyor ya... İşte bir zıpır yanınız vardır yaprakları çıtırdata çıtırdata koşuşturmak isteyen. Bir de kadim, olgunluğun zirvesinde bir ihtiyar sakince oturmak ister bankta ve susmak sessizliğe... İşte böyle iki uçlu bir yaşamak. Çelişki de değil üstelik, ahenkli bir birlikteliği vardır bunların. Her ne kadar kimileri dengesizlik dese de. Herkes böyle değil mi? Bazen susarsın, bazen konuşur...Sonra koşuşturursun biri kovalarcasına, ardından bir atalet duygusu ile atarsın kendini en rahat köşeye.

Düşündüm de... Yaşadığım azıcık hayatta şunu farkettim: Sıcacık bir n'aaberin iyi geldiği kadar hiçbir şey iyi gelmemiş bize!

22 Ekim 2010 Cuma

Saçmalama nöbeti =)

Yahu ne duygusal bir insanmışım arkadaş! Gerçi blogu günlüğe çevirmişliğimden belli oluyor sanırım. 4-5 gün önce şok oldum bir haberle. İşin aslı şok olmamam gerekirdi zira insanların nasıl olduğu, hangi durumda ne yaptığı pek de sır değil. Ne olduğunu söylemeyeceğim ama öğrendiğim şey bir insana olan güvenimi, saygımı ve sevgimi oldukça sarstı. Herneyse... Bunları geçersek olay kişinin yapmış olduğu bir eylemle ilgili. Ve öğrendiğim günden bu yana gözümün önünde sürekli aynı eylem biraz değişen sahnelerle birlikte.

İnsanlar böyle cinnet geçiriyorlar bence. Bıraktığı etkiler de hep değişiyor. Bazen böyle yoğun bir nefret hissiyatı. Sonra dibe sokan bir hüzün, ağlamaklı bir surat. Derken ne hali varsa görsün o kaybeder şeklinde bir ego...aman tanrım nasıl bir haleti ruhiyedir bu...iniş çıkış demek az kalıyor. İşte o nefret anında esas kişimizi görsek mesela cinayet psikolojisini anlarız. hoş ben birini öldüremem ama biri öldürse üzülmeyebilirim o psikoloji anında. Ya da üzülürüm bilmiyorum. İşte tam da bu psikoloji :)

Neyse ertesi gün sınavı olan bünyem yine düşünmemesi gereken konu, olay ve kişilere odaklandı şu anda. Topla kafanı kızııım yarın parrrrlayacak(!) o sınav!!! Lütfen bildiğim yerlerden gelsin sorular yeaa...gerçi bildiğim yer var mı onu da bilmiyorum. Şu an sadece böyle bir kavun şarabı olsun, leonard cohen'in sesini arka fona alayım, kaloriferin tepesinden dışarıda düşen yağmur damlalarını sayıp tuhaf algoritmalar yaratayım istiyorum....
..BİTTİ.. Daha da saçmalamıyorum!

20 Ekim 2010 Çarşamba

'mazoşizm feminendir'

Ergenliğin popomuza battığı zamanlarda keşfetmiştim bunu. XX cinxiyeti mazoşist. Sözüm mecliten dışarı gençler :) İşte bundan geliyor o piç dediğimiz adamları, serseri takımına mensup elemanları sevme hastalığı kız milletinin. İşin aslı mazoşizme biraz da inat ve ego ekliyoruz oldu mu sana XX.

İtiraf etmek lazım. Ne zaman gerçekten doğru bir insan gelse karşıma, halinden tavrından anlasam bana olan ilgisini (çok da zor anlarım işin aslı o derece belli etmiş olmalı yani) böyle bi 'öeff yaa yinee mii!' tadında cümleler düşer dudaklarımdan. Öyle ya fazla iyidir kendisi. Yazık olur hep o iyi çocuklara. Oysa şans versek belki de yıllarca sürecek bir ilişki çıkar ortaya kimbilir belki bir ömür. Ama olur mu acı çekmeyiz ki o zaman. El üstünde tutar, hiç yanlış yapmaz falan. Kız milletini bozar abicim böyle güzel iyi çocuklar...

İşin özünde kız milletinin en salak hayali yatar. Sıkça duyarsınız : 'geçmişi umrumda değil, onları beni sevdiği gibi sevmemiş, ay o kızı aldatmış ama ben o muyum canım o da elinde tutmayı bilseydi, zamanında fuck body hayatı yaşamış olabilir ama özünde çok duygusal gerçekten... vs vs vs '. İçten içe XXlerin özümsediği en salakça, en aptalca en bokabatasıca hayaldir: Bir adamı adam etmek!...

Derken yaşınız artar, yaşamasanız da incelersiniz yaşananları. Ve o acı gerçekle karşılaşırsınız. Bir adam neyse odur arkadaş! Değişim zordur. Nasıl ki biz alışmışsak kendimize, o adam da kendine alışmıştır. Değişmek acılıdır, imkansız olmasa da imkansıza yakındır. Yani anlayacağınız daha önce aldattıysa sizi de aladatacaktır, yalan söylemişse siz de yiyeceksiniz o yalanları, eski kız arkadaşı için kız arkadaşım değildi takılıyorduk biz dediyse ilişki bittiğinde siz de takılmış olacaksınız onunla, belki siz de onun için cinsel bir obje olacaksınız sadece. Yani değişmedi o, eskiden kimse hala o.
Biri için değişmek, kendin için değişmekten çok daha zordur. Ve sizin için değişmeyi göze alabilecek cesaret o ardından koştuğunuz piçlerde, serserilerde, şöyle içerim böyle çok kızla çıktım(yerine daha ağırları da uygundur) hepsi de bana hasta ama ben kimseye modundaki adamlarda değil, elinizin tersiyle şans vermeden yolladığınız o iyi niyetli, başarılı, sorumluluklarının farkında, dürüstlükten dolayı patavatsız bilinen adamlarda mevcuttur.
Evet sevgili XX acı gerçek budur: muhtaç olduğun iyi ilişki ardında bıraktığın belki terslediğin ve hatta üstüne basıp geçtiğin o iyi çocuklarda mevcuttur!..

Ancak bunu anladığınız da şunu da anlarsınız ki o iyi çocuk terslendiğinde o olay bitmiştir. Hayatın bu yönü, geri dönüşü olmayan bir oyun gibidir. Nadiren aynı bonus gelir size rastlar. Ama üzülmeyin en güzel yanı o bonuslardan yine bulursunuz eğer ki iyi bir çocuk olursanız.

dipnot: Yazar ilişkiden bir nebze anlamayan, ilişkiye dair deneyimini gözlemleyerek edinen güvensizin önde gideni bir tiptir. Öyle çok ciddiye almamak gerekir :)

19 Ekim 2010 Salı

budalaca yaşamak / doğru yaşamak

Herkes kendi doğruları için yaşar demiştim gözlerinin içine bakarak... O zamanlar benim doğrularım, onun doğruları, tamamı bizim doğrularımız zannederdik. Zaman geçti. Büyüdük tabii ki hayata karıştık. Zamanla birlikte hayat değişti, biz değiştik. Kapıldık bir akışa. Derken bir gün gördük ki doğrular da değişmiş. Ben 'Ben değişmedim!...' dedim.
O gülümsedi 'Haklılık payın olabilir çünkü ben değiştim' dedi.
Omuzlarındaki yükü görmüştüm başından itibaren ve hayran olduğum şey bunu taşıma gücüydü her zaman. Tüm bu ağırlığa rağmen yere sağlam basan biri olup, vazgeçmeyişine doğrularından, kapılmayışına o yanlışlara deli olurdum.

Dedim ya...Zaman geçti, hayat geçti önümüzden değişti herşey. Bir sabah uyandığımda sözlüğümden 'güven' kelimesini çıkardı. Ben değil o çıkardı. Sonra dönüp bana 'Şimdi güven bakalım bana' dedi dalga geçercesine. Salaktım hala. Değişmemişti bende bir şey. Tamam dedim ve denedim güvenmeyi sonuna kadar. Bekledim. Kimine göre bir saniye kimine göre ömürlerce bekledim. Ben güvendikçe daha zor oldu hayat.

Bir gece yürürken yine kendi halimde, farkettim ki benim doğrularım doğruydu. Ve onun yanlışlarına göz yummak da yanlıştı.
Gülümsedim. Ben bunları yazacağım ama kimse anlamayacak dedim. Öyle de oldu. Kimse anlamadı ki zaten anlasalar ne olurdu! Herkesin doğrusu kendine doğruydu.
Kirlenmişti,
Kırılmıştım.
Bir daha aynı sevgiyle bakar mıyım, aynı görür müyüm diye sorgularken ölmüşüm...

16 Ekim 2010 Cumartesi

Biyolojik bozukluk

Gerildim şu an...
Var yahu böyle bir şey. Ben kendimi bildim bileli gece insanıyım. Uyuyamıyorum. Yani benim suçum değil bu, olmamalı! Çocukluğumdan itibaren her zaman gündüzleri uyumaya geceleri oturmaya meyilliydim. Hala öyle işte :(

Neler denemedim. Sabahlayıp belli bir saatte yatmalar, bitki çayları, pasiflora, sakinleştiriciler. Ilık duş alıp, klasik müzik dinleyerek uyumaya çalışmalar falan. Olmuyorrrrr işte! Demek ki benim biyolojik saatim böyle. Işıkta uyuyor bu beden napalım yani.

Sevgili babacığım hep 'sen ya bekçi ol ya da doktor aksi takdirde kesin kovulursun!' derdi bana. İkisi de olamadım iyi mi:/ Geceleri mühendis çalıştıran bir şirket varsa oraya beni alsınlar istiyorum. Sabahlara kadar proje falan yaparım ben sorun değil yeter ki güneş doğarken yatıp, batmasına yakın uyanabileceğim bir iş olsun.

Yaz döneminde staj sebebiyle 2 ay başarmıştım aslında. Her sabah 6:30 en geç 7:00 de kalkıyordum. Evet başardım ama işkence gibiydi. Hayatımın kalanını öyle geçirdiğimi düşünmek bile istemiyorum. Oysa ki öyle bir hayata sadece 1 yılım kalmış okul uzamazsa. Nedir yani abi ot gibi o ne öyle ya. Akşam 10 oldu mu uykun geliyor. Haftasonu leşin çıkmış bir vaziyette eğlenmeye gidiyorsun. Sonra bir bakıyorsun hooop pazar akşamı. İşin yoksa değişen uyku düzenini tekrar pazartesiye adapte et.

Neden birilerinin zamanında kurduğu düzene uymak zorundayız ki? Bence artık dünya ikili sisteme geçmeli. Gündüz çalışıp gece uyuyanlar ve gündüz uyuyup gece çalışanlar olmalı. Böylece her saatte çalışan bir sürü insan olur. Üretim hiç durmaz. Hem de herkes en verimli olduğu zamanda çalışmış olur. Çıkıp da yok efendim güneş görmek lazım falan demesin kimse. Yararı kadar zararı da var o güneş denen şeyin.

İleride bir gün kendi şirketimi kurmayı başarırsam böyle bir sistemi denerim arkadaş ben! Bence süper de olur.
Neyse...
Yazmamışım uzun zamandır. Kendi içimde rahatladım :)

12 Eylül 2010 Pazar

‘’Uydurulan Din Ve Kuran’daki Din’’

Son zamanlarda ülkemizin durumu malum. Pek çok insan gibi ben de dinin kullanılması üzerine kendini dinden normalde olduğundan daha uzak bulan insanlardan biri olarak bulmaya başlamıştım. İnançlı bir insanımdır. Adının ne olduğu önemli değil, Allah, Rab, Tanrı, Yaratan ya da God… Dediğim gibi kelimelere diline takılmaksızın Yaratıcı bir güç olduğuna inanıyorum. Müslümanım. Ancak kafama takılan, üzerine arkadaşlarla tartıştığımız kimi zamanlar karşımdakilerin beni sen dinden çıkmışsın olarak yorumladığı, ya da büyüklerimin ‘tüh tüh bizim kızı da mı değiştirdiler’ dedikleri soru, yorum ve anlamadıklarım ya da bana mantıksız gelenler vardır.
Kuran’ı ve İncil’i (hangisi olduğunu bilmiyorum işin açığı) yalnızca birer kez okumuş biri olarak kendimi utanması gereken bir insan olarak görürüm. Arapça bilmem. Ve Kuran’ı Yaşar Nuri Öztürk’ten okumuştum yine en kısa zamanda kendisinin mealini tekrar ve tekrar okuma kararı aldım. Bu konuda güvendiğim insan kendisidir ancak onun da her söylediğine inanmam.
En başından beri ‘ikra! (Oku!)’ diye başlayan din rehberini düşünmeyi, sorgulamayı ve araştırmayı şirk olarak yorumlayamayacağının savunucularından olmuştum.
Neyse çok uzatmayayım. Kafam karışıktı. Gerçekten çok karışıktı. İslamiyet bir sürü insan tarafından yorumlanıyor bir sürü şey söyleniyor. Hadisler, tefsirler yok efendim ilmihaller vesaire ortalık dinle ilgili yorumlarla ve yazılarla kaynıyor. Herkes kendi doğrusunu savunuyorken benim kafam gittikçe karışıyor, birbiriyle çelişen bir sürü ifade arasında ‘şu mantıklı da bunda da bu mantıksız’ şeklinde kendi kendime işin içinden çıkamaz hallere geliyor ve umutsuzluğa kapılıyordum. Dinle ilgili görüşlerim gidip gelmekle birlikte her zaman bir yaratıcı olduğuna inandım. Ancak söylediğim gibi kalanlar konusunda karışıktım. Derken bir gün yine bir kitapçıda saatlerimi harcarken bir kitap gördüm. Kuran Araştırmaları Grubu çıkarmış. Grup kimdir, arkasında kimler vardır inanın bilmiyorum. Az sonra sitesinden bulmaya çalışacağım ben de.
Kitap ’’Uydurulan
Din ve Kuran’daki Din’’
.

Kitap özetle şunu söylüyor: Biri size dinle ilgili bir şey söylüyor ise kaynağını sorun! Eğer kaynağı Kuran değilse ciddiye almayın. Hadisler, sünnetler , gelenekçi din, mezhepler, arap adetleri, şeyhler, dedeler, imamlar, din profesörleri vesaire… Bunların hepsi yanılıyor olabilir. Doğru olan, gerçek olan sadece Kuran’da geçendir. Tek kaynak Kuran’dır, peygamber kutsal bir elçidir ancak putlaştırılıp her yaptığı yapılacak peygamberlik öncesi özel hayatı bile Kural ilan edilecek tanrılaşmış bir insan haline getirilmemelidir diyor. Benim anladığım bu en azından. Kadın- erkek konuları konusunda beni oldukça aydınlatan bir kitap oldu. Bana mantıksız gelen pek çok maddenin Kuran’da hiçbir şekilde geçmediğini şaşırarak öğrendim. Ya da pek çok anlamı olan kelimeleri kitapta hep bir anlamla kullanıp, niyeyse işlerine gelen tek bir yerde anlamını değiştiriveren mealciler yüzünden çarpıtılan ayetleri.
İlginç gelen dinde bulunmayan kimi gelenekçi İslamcıların iddia ettikleri yalan din maddeleri:
BUNLAR DİNDE YOK (başlığı altında kitapta verilmiş maddelerden sadece bazıları)
• Kuran’ın tek başına yetersiz olduğu iddiası
• Peygamber’in hadislerle kuran dışı hükümler oluşturması
• Dine arap geleneklerini sokmak
• Mezheplerin (Hanefilik, sünnilij, Şiilik, Caferilik vs aklınıza ne geliyorsa)hepsi
• Bilim düşmalığı
• Sanat düşmanlığı
• Başörtüsü takmak
• Haremlik-Selamlık uygulaması
• Kadının yönetici devlet başkanı olamayacağı
• Kadının aybaşılıyken namaz kılmaması, oruç tutmaması, Kuran okumaması, camiye girmemesi
• Kadınları çarşaf, pardesü gibi üniformalarla örtmek
• Şahitlikte, bir erkek eşittir iki kadın ilkesinin uygulanması
• Zina edenin taşlanarak öldürülmesi
• Erkeklerin altın takmasının, ipek giymesinin haram olması
• Heykel, resim, satranç, müzik yasakları
• Cinsel ilişkinin örtü altında olması gerekliliği
• Mastürbasyonun yasaklanması
• Erkeklerin ya da kadınların sünnet olması
• Namazın yalnızca Arapça kılınması gerektiğini iddia etmek
• Namazı kadının kıldıramaması
• Orucu kasten bozanın iki ay oruç tutması gerekliliği
• Teravih namazı, bayram namazı
• Haccı birkaç güne sıkıştırıp insanları perişan etmek
• Deccal, mehdi
• Belli haramların hacdan sonra başladığı düşüncesi
• Boy abdestini cinsel ilişki dışında şeylerin bozduğu iddiası
• Abdesti tuvaleti yapma dışında şeylerin de bozduğu iddiası
• Dövmesi olanların ya da diş dolgusu olanların boy abdestlerinin geçersiz olduğu düşüncesi
• Halifelik
• Makyajlı açık kadınları dövmek, makyajı yasaklamak
• Müslümanlığı bırakanları öldürmek
• Kadının boşanma hakkının olmaması

Bu liste daha da uzun. Bence dikkat çekici olanlardan bazıları bu maddelerdi.
Yazar(lar) şunu söylüyor. Kuran her şeyi kapsar. Allah istese o kitabı 10 katı kalınlıkta yapardı. Kitapta yasak olarak geçmeyen hiçbir şey yasak olarak iddia edilemez. Söz gelimi eğer armut yemek yasak değilse niye armut yemek yasak değildir diye geçsin. Ancak yasaklardan zaten açık ve net söz edilmiştir zaten. Kuran kimi noktalarda insanı serbestlikler içine bırakmıştır insanları. Özellikle çok eşlilik konusu çok güzel açıklanmış ancak merak edenlere bu konu için kitabı okumlarını önerip yazımı bu noktada bitireceğim. Zira diğer türlü kitabın tamamını burada anlatmak gerekir. Her sayfa kafamızdaki pek çok soruyu, üstelik ayetlere dayanarak ve çok mantıklı bir şekilde açıklıyor. Okumalı ve okunmasını sağlamalı diye düşünüyorum. Eğer yazan grup hakkında olumlu ya da olumsuz bir bilginiz var ise de bana bu konuda bilgi verebilirseniz memnun olurum.
Hilal Akıncı
( benim de henüz bakmaya fırsat bulamadığım kitabın ön sayfalarında geçen bağlantılar:
www.kurandakidin.net ve www.istanbulkitapevi.com )

7 Eylül 2010 Salı

Konusuz gibi (Huzur, tatil, boşluk vs...ve etkileri)

Şu anda denize karşı, efil efil esen bir cafe restaurant ve bar karışımı alanda, ingiliz, belçikalı vs karışımı insanların sesleri eşliğinde yazıyorum. Sürekli şunu da bloga yazayım, bak bunu da hatırlayayım derken şimdi oturunca hepsini unuttuğumu farkettim :)

Bizim site sakinleri tatil olayını bitirmişler. Geriye 50-60 yaş arası emekliliğinin meyvalarını toplayan amcalar teyzeler kalmış. Belli bir saate kadar tek tük evlerden okey sesleri duyuyorum. Ha bir de amç varsa evlere kapanılıp onlar izleniyor. Aynı anda 3 kitap birden okuyorum. Birinden sıkılınca diğerine geçiyorum falan. Yine bir huzurdan boğulma durumum var ki anlatamam. Bu kadar huzur insanı öldürür azizim. Yeşil ortam, deniz, kum, güneş, sessizlik... Sakinden de sakin bir hayat. Eh benim kafam 2 günde dinleniyor sonrası sıkıntı böyle.

Sonra oturuyorum. Kitap okumuşum, dizi izlemişim, televizyon izlemişim, mutfağa girmiş bir şeylerle uğaşmışım. Spor olsun diye tüm yolu yürüyüp, denize girip, tüm yolu da yürüyerek çıkmışım eve. İşte bir an geliyor ki kendimi oturmuş sessizliğin içinde gökyüzüne bakar halde buluyorum. Hep benzer şeyler oluyor. Önce bakıyorum yıldız kayacak mı diye... Sabırla bekliyorum. Kaysa ne dilerim diye düşünüyorum bir yandan. Hoş sabit bir dileğim var hali hazırda da hani ikiniciyi de yakalarsam diye düşünüyorum. Sonra sonsuzluk hissi başımı döndürüyor.
'lennn' diyorum kendi kendime 'hilal şu anda belki de biri bir yerde aynı şekilde aynı noktasına bakıyor gökyüzünün.'
Sonra fikirlerim daha da çılgın atıyor.
Kesin uzaylılar var, şimdi gelseler de hareket olsa moduna girip gülüyorum kendi kendime :)

Buraya kadar güzel, oyalamışım işte kendi kendimi. Herşey bu noktadan sonra çığrından çıkıyor. O deriiiiii...n huzur bana batıyor. Düşünceler gelmeye başlıyor sürekli. Geçmişi düşünüyorum, olanları, olmayanları...Geleceği düşünüyorum. Olasılıklar, olmasını istediklerim falan. Hepsi yığılıyor önüme. Ansızın sinirleniyorum birilerine. Onu unutup başka bir konuya atlıyorum. O an birine nasıl yakın hissediyorum kendimi hemen telefona sarılıyorum şöyle şöyle de olmuştu çok özlemişim seni diye. Hayır bu ani gelen sevgi ve öfkeler insanlara patlıyor :) Bir şeye takılıyorum kafamda onu çözene kadar didikleyip duruyorum mesela. Çözünce hoop yeni bir şey buluyorum. İşin komik yanı atlayıp İstanbul'a dönebilirim. Bunu da yapmak istemiyorum. Yapamayacağıma dair kendime bahaneler uyduruyorum hatta çevreme de :) Halbuki sanırım bu emekli hayatı çekici de geliyor.

Al işte Şevval Sam çalmaya başladılar. Ramazanda olacak iş mi bu? Alkol almayan bünyeyi koydular deniz kıyısına, huzur falan kafayı yiyoruz burada üzerine bir de en güzelinden müzikler falan. Yooo yoooo bu işin sonu kötü.
Neyse...

Son dönem kararları :
* 21 Eylül'de sigarayı bırakmış olacağım. Bakalım her söylediğim dalga geçti sigara bırakma olayımla, kimse benim bırakabileceğime inanmıyor. Şu an ben de merak ediyorum başarıp başaramayacağımı. Göreceğiz.
* Staj raporumu yazmalıyım ayın 15ine kadar. Şu an güya onu yazıyorum.
* Bir süre kimseyi aramama kararı aldım, kendi kendime bir şeylerin denemesini yapıyorum sanırım kişisel gelişim kitapları okumayı bırakmalıyım :)

**KGK**

24 Ağustos 2010 Salı

Geldiler

İşte ansızın geldiler...
Kaçmak zamanı şimdi parçalayıp elimizde ne varsa.
Herşeyi yakıp yıkmalı şimdi.
Tek tek kendi ellerimizle öldürmeli sevdiklerimizi en mecazisinden.
Hepsi ölmeli,
Ölmeliler ki kalmasın zaafımız,
Ölmeliler ki korkusuz olmalıyız.
O zaman korksunlar bizden.
Tek bir çekincemiz olmamalı.
Sonra alabildiğine yaşarız hayatı,
Onun bizi yaşadığı o tüm zamanlardan alarak intikamımızı.

Geldiler...
Yıkıp geçmek vakti şu an.
Tek fırsat bu
Son şans bu!
Şimdi geçmeli tüm o yıkılası gelen köprülerden
Yıkılırsa yıkılsın.
Kopacak diye üzerine titrediğimiz o ipleri koparmak vakti.
Ve o çığlığı koyuvermeli ortaya, deli diyecekler diye içimizde tuttuğumuz
Kızgın sular, buz gibi sular...
Dalmalı hepsinin dibine.
Yıllanmış, özel bir güne diye saklanan şaraplar içilmeli
Sarhoş olmalı ya günahkarlıktan ya da imandan
En ucu neyse kavramların tatmalı bir bir.

Az bulunur anları yaşamalı,
Kırmalı o koruyan kollayan dalları
Tutunacak hiçbir şeyimiz kalmamalı
Boş olmalıyız
Yanız olmalıyız
Hür olmalıyız

Geldiler...
Alacaksak şimdi şu an almalı bedduayı ve duayı
Yeter ki çekimser kalmasın kimse.
Edeceksen şimdi et intiharını
Boyuna kesmeyi unutma damarları
Ne istiyorsan, ne istemiyorsan şimdi zamanı.
Tüm deliliğinle, tüm kararlılığınla gitmek zamanı üstüne.

Geldiler...
Şimdi şu an!

son 4 gün

Eveeet evet sadece 4 günüm kaldı, sonra staj biter ve bu kız özgürlüğünü ilan eder :)
Gelsin gezmeler, emekli tatilleri, aman sabahlar olmasın ramazan diye kola eşliğinde.

İş hayatına nasıl adapte olurum bilemiyorum. Resmen seviyormuşum sorumsuz öğrenciliğimi. Hayat mı bu be? Her gün 6 buçukta uyan, giyin sonra git ofise tıkıl bütün gün. Hayır yani işten çıktın ölü gibisin eve gel, 1-2 saat takıl sonra uyku akmaya başlasın gözlerinden. Benim biyolojime aykırı bi kere insan kısmısı gece 3ten 4 ten önce uyurmuymuş hiç !

Az kaldı sadece 4 gün sonra özgürsün Hilal :) bitiyor! (Gözünü sevdiğimin stajı kendimi 2. tekil şahız yaptırttı işte)

Gideyim bari, ne de olsa az kaldı :)

22 Ağustos 2010 Pazar

Telefon- anne sesi- ağlamamaya çalışma sorunsalı

Yıllardır çözemedim anne sesindeki tılsımı.
İçine doğmuş gibi ne zaman canım sıkkın olsa, bir derdim olsa direk telefonum çalar ve arayan hep annemdir. Anne yüreği resmen hissediyor, inandım buna yıllardır.

Ve ben kendimi hep aynı modda bulurum. Neşeli bir ses tonu, ya da o da olmuyorsa 'uyukluyordum annecim ondan durgundur sesim'.
Zira es kaza telefonda ağlamaya başlarsam o da başlar orada ağlamaya halimiz harap olur hep.

Koca şehirde tek başıma buldum bu ara kendimi. Çok şükür dostlarla olsak da insan özlüyor ailesini. Az evvel konuşuyorum. Annem, babam, abim, yengem ve hatta anneannem aynı evin içinde. Nasıl da neşeli hayat dolu geliyor sesleri. Abimle konuşuyorum, yengemle konuşuyorum. Bir sorun yok. Ne zaman ki telefonda annemin sesini duyuyorum benim ses çatallaşıyor yine, böyle düğümlenmiş bir hıçkırık. Anlıyor sıkkın olduğumu 'bak emin misin bir sorun olmadığına' diye üstüne düşüyor olayın.

Çaktırmamak lazım, yoksa sonu malum telefonda karşılıklı ağlaşmalar falan tipik duygusal insan sendromları hiç gereği yok şimdi :)
' Tek başıma kaldım ya ondandır ' diyip geçiştiriyorum.
Anneciğim direk gidiş süremi en erkene çekmeye çalışıyor 'ay sen cumadan gel kızım yaaa bekleme hiç pazarı falan, dayını ara bıraksın seni gel annecim hemen'

Herkesin dokunulmazları vardır, kutsalları vardır.
Ve en klasik olanı işte aile.
O salak ergen tripleri olan çocukları da anlamakta zorlanmışımdır hep.
İnsanı ailesi kadar nedensiz seven, en kızdığınız anda bile aslında iyiliğinizi istediklerinizi bildiğiniz kim vardır Allah aşkına...

Özledim, çok özledim. Blogumu bilmeseler de gıyablarında öpüyorum onları.
Zaten az kaldı. Bir sarılacağım ki sormayın.
Az kaldı deyip, avutuyorum kendimi ...

Gri (blog tipi yazmaktan sıkılan insanın yazısı)




Grilikle bütünleşmiş bir havada, ayakları çıplak, tek parça siyah bir elbise
üzerinde ve omuzlarındaki şalı rüzgarla başıboş salınmakta… Gözleriyle ayaklarını takip eder bir halde yürüyordu. Aynı ritimde ne hızlı ne de yavaş. Çığlık çığlığa uçan kuşları duydu. Tanıyamadı seslerinden ne olduklarını, kafasını kaldıracak gücü bulamadı. Düşünerek dünü, yürüyordu. Ve ne kadar istese de göremedi aslında tüm derdi olan yarını.

Yanı sıra yürüdüğü uçurumu süzdü göz ucuyla. Ne kadar zamandır yürüyordu bu sınırda? Hangi ara en yüksekle en dibin çizgisinde bulmuştu kendini. Elini bir ipten ibaret gibi duran kolyesine attı. Tek bir kurumuş papatya geldi eline. Oysa ne çoklardı. Her kaybettiğine tuttuğu yasta atmıştı birini. İşte şimdi bu kurumuş küçük papatyayla yalnız kalmışlardı. Onun da gideceğini düşünmek ruhunu üşüttü. Geçmiş olacak olanı onurlandırma zamanı diye düşündü. Çekti kolyeyi boynundan. Kaçamak bakışlarla süzüyordu minik çiçeği. Yapamadı, atamadı onu uçuruma. Titreşimleri doğanın katlıyordu içindeki yas ritmini. Alışkanlıkla melodiye eşlik etti uçurumun kenarında gözlerini karşıya dikmiş başını taşıyan vücudu. Şimdi bir yaprak gibi salınıyordu rüzgarda. Şalı mı ona eşlik ediyordu o mu şalına anlaşılmıyordu.

Avuçlarını yumruk yapmış, kendini yatıştırmaya çalışırken elinde kalan tek kuru papatyanın dağıldığını hissetti. Avucunun içindeki parçalanmışlığa bakarken mırıldandı: en değerliydin sen, en kutsalım-dın… Sona sakladığım, hiç çıkarmam boynumdan sandığım ve göğsümün hemen üstünde ömür boyu kalacak diye umduğum.

Her şey bitiyor demek ki bize kalan sonsuz bir teklik. Uğurluyoruz bir bir sevdiklerimizi. Kimini toprak dediğimiz ana kucağına, kimini ise hayat dediğimiz boşluklara.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Üzerinden uçan ona kalmış esasen hiç onun olmamış tek dostu gördü. Gülümsedi: senin de gitme vaktin gelecek değil mi Ghurantu? Sana papatya ayırmayışım seni sevmediğimden sanma. Sen hep ulaşamadığım, en özgür olandın. Şimdi sadece biraz daha kal ne olur! Söz veriyorum kal demem kanatlarını uçsuzluklara açma zamanı geldiğinde. Sadece şimdi kanatlarını hissedeyim üzerimde. Alışık değilim tek başıma yaşamaya bu gökyüzünü. Alışık değil bu ruh kimsesizliğe.
Uçurumdan aşağı savururken papatya parçalarını, tek bir damlayla vedaladı geride bıraktıklarını. Hep zor olmuştu ruhani elvedalar ama daha da zoru unutmaktı geçmişi. Eline yapışıp kalmış son minik yaprağını da üflerken uçuruma şalını da vedaladığını fark etti omuzlarından. Bugün el sallama günüydü anlaşılan. Gülümsedi bu da üşümeyin diye o zaman dedi kendi kendine. Sonra en acı duyduğu anda çocuklaşıp muzipleştiğini fark edince anladı ki sevemiyordu en onurlu vedalaşmaları bile. Son kez gözleri buluştu sarp kayalarla. Sırtını döndüğü gibi yola koyuldu sonra ve hiç ardına bakmadı her zaman olduğu gibi. Ona göre elveda kelimesi bir defaya mahsus olmalıydı yoksa anlamı olmazdı yaşanmışlıkların.

Zirvesi bulutlara karışan Sangu Dağı solunda ve dağın aşağısına uzanan Bet Uçurumu sağında yürürken gökyüzünden kanat sesleri duyuldu Ghurantu’nun. iki at boyu kanatlarını açmış, dev parlak siyah gövdesiyle bir yükselip bir alçalarak dalga geçiyordu zirve ve derinlikle. Başını kaldırdı ve zaman dedi, duydun mu Ghurantu sadece biraz zaman… Yoksa bu kader boşa yazılmış olur. Şimdi tek kahramanla sürecek bir hikaye olacak benimkisi belki de başından beri öyleydi. Hem yanılgılarla gerçeklerin bir yanılsama oluşturması değil midir tüm efsunlar? Asıl senin kanatların da gittiğinde çıplak hissedeceğim kendimi. Şimdi değil, lütfen şimdi değil! Kal biraz daha ve efsunum ol.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Abisi olmalı insanın! :)


Bu yazı sevgi, özlem ve anı yüklüdür. Yan etki yapar yapmaz bilemem ama söyleyeyim dedim :)


Dünyaya geldiğinizde sizi minicik elleriyle kucağına alıp 'Şimdi bu minik-çirkin şey benim kardeşim mi? Abi mi oldum ben?' diyen biri. İlk andan sizi kucaklamış bir insan ve ömür boyu bırakmayacağını o andan bildiğiniz.

Her şımarıklığınıza katlanan bir abi...

Son çikolatasını ağlamayın diye düşünmeden size teslim ediveren,

Arabalarını paylaşmaktan çekinmeyip, bebeklerinize hiç bulaşmayan,

Bilyelerini sizinle paylaşabilen :),

Gece yattığınızda başucunuzda dua edip kelime kelime tekrar etmenize yardım eden
ve her seferinde 'külvallaahüüü' demenize gülmemeye çalışan,


Altından sandalyesini çekip onu düşüren birine bir bakıştan öte tepki vermeyen,

Sizi türlü sevimli-sevimsiz sıfatlarla kızdırıp sonra da güldüren biri.
Bilgisayar başında iki sandalye olmasına alışmış biri, futboldan,stratejiye hatta rpgye her oyunu bilmenize neden olan,

'Ben de gelceeem, ben dee' diye tutturduğunuz için sizi parka, okula, cafe'ye, arkadaşına hatta dershanesine bile götürmüş biri,

Aradaki 6 yaş yaş farkına bakmadan sizinle her yaşınızda ayrı tonda muhabbet edebilen,

Frp oynatıp dm iniz olup her uçan kaçan kılıcı oku vesaireyi kıçınıza saplayan bir mizah duygusuna sahip,

Yazlıkta sizinle sabahlayıp güneş yükselmeden denize birlikte giren,
Kendisi balık tutarken hiç bitmeyen sorularınıza cevap veren,


Oturup birlikte susabildiğiniz,

İlk sigara içtiğinizi itiraf ettiğinizde 'çok üzüldüm ama madem içiyorsun al bundan yak, bence bırakmayı da dene' diyen,

Araba kullanmayı sabırla öğreten,
Yolculukta sizin söylediğiniz yönde gidip kaybolmayı göze alan,

Size sonuna kadar güvenen,
Ve sonuna kadar güvendiğiniz...




Cafede oturmuş kahve içerken ağlaya ağlaya poponuza batan ilk platoniğinizi anlattığınızda ' Bak canım şimdi erkeklerin neden sevdiği konusu biraz farklıdır' deyip erkek bakış açısını sonuna kadar anlatmaya çalışan ufacık yaşınıza aldırmadan,

Kıyafetinizle ilgili en büyük tepkisi 'giymemişsin yine' olup,
'Nasıl olmuşum?' sorunuza cevabı 'Süper gözüküyorsun tatlım' olan,


Yüzündeki bir gülümseme için dünyaları feda edebileceğiniz biri,

Bakışına, gülüşüne, sesine herşeyine kurban olunacak cinsten.

Zeki, kültürlü, yakışıklı ve ukala :) bir sürü şey bilen siz büyüyene kadar,
Büyüdüğünüzde ise bilmediği bir şey bulduysanız büyük bir dikkatle dinleyip öğrenen,

Yeryüzünde babanızın ardından bir kahramanınız daha olduğunu bilmenizi sağlayan,
Size gelecek en küçük zararda ortalığı kırıp geçireceğini bildiğiniz,
Ve sırf siz tecrübe edinin diye dişlerini sıkıp zaman zaman size yardım etmemeye, hayatı öğretmeye çabalayan,


Bir abisi olmalı insanın, uzakta uzak olmayıp candan öte olan.
Bir abisi olmalı sevmeye, güvenmeye, başınızı omzuna yaslamaya asla doymayacağınızı bildiğiniz.

Canım abim iyi ki var! :)

9 Temmuz 2010 Cuma

son zamanlardan dağınık bildiri - 1


Gülümsemek açar tüm kapıları, hep birlikte gülümsesek yıkardık o geçilmez denen surları!...
KGK

* Yurdum kırosu seviye atlamış, artık büyük bir bölümü uzaktan laf atmak yerine iğrenç sapık bir halde yanınıza sokulup tuhaf cümleler fısıldıyor.

* Levent'te yolda yürürken gelip omuz atan adama 'Önüne baksana bee hayvan mısın' dediğinizde gelip çok haklıymış gibi bıdı bıdı yaptığında çalıştığınız şirketin önünde olsanız iyi olur çünkü sizi dayak yemekten o güvenlik kurtarıyor.

* Adliye'nin kalem çalışanları özenle kararmışlardan seçiliyor, adam fısıldaya fısıldaya tecavüz edecekmiş gibi cümleler kurarken, siz işiniz hallolsun diye adama 'bilmem kaç nolu dosya, evet dava sonucumu öğrenmek istiyorum' derken adam kısık kendini al pacino sanan bir sesle içinize düşer vaziyette yanınızdan milimlerle geçerek psikolojik baskı yapmayı sürdürebiliyor. İşte o noktada anahtar cümleyi kullanmalısınız 'davacı benim'.:)

* Staj yaptığınız firmada illaki bir çatlak çocuk olmalı, tüm moralinizi dibe vurdurmak için elinden geleni yapmalı. Psikolojik baskı, çirkeflik yapmalı ki hayata karşı sağlam durmayı öğrenesiniz.

*Ama bu çocuğun yanısıra mutlaka bir de arkadaşınız olmalı o ortamda ki 'Hilal saçmalama bu çocuk saçmalıyor' diyip sizi toparlasın.

* En yakın arkadaşlarınıza arada kapris yapıp küsmek, sizi sırayla arayıp şımartmalarını sağlıyor, sonra barışıp belli bir zaman sonra tekrar küstüm demek düşünülebilir. Ama alışkanlık olduğunda 'hee iyi hadi bi küs de yarın barışırız' tepkisi de gelebilir.

* Sigara bırakmak ciddi bir meseledir. Tüm silahlarımı aldım sigara bırakmayı deneyeceğim sonucu ne olur bilemiyorum. Bir de benim yüzümden sigarayı bırakamadığını iddia eden arkadaşım da var ya benim :D Vicdan azabından deniyorum zaten :p

* Staj yaptığı iş yerinde toplantı yapacağı adam yerine o adamın isminin benzediği ünlüye mail atıp, durumu çaktırmayan arkadaşları da olmalı tabii.

* Erkek milleti zarif, iyi giyinmiş kadına tapıyor bunun çalışan versiyonundan aynı zamanda saygıyla hafiften ürküyor efenim.

* Kendine güvenen erkek laf atmıyor, gözlerinizin içine odaklanıp bir an gülümseyip deprem etkisi yaratmayı tercih ediyor.

* Kıyafetinizin insanların tavrını ve hatta sizin tavrınızı değiştirdiği de doğrulanmıştır.

* Hayatı bir deney salonu gibi görmeye başlamış insan çıldırmanın ne kadar eşiğindedir felsefesini düşünmeye vermiş olabilirim kendimi.

* Çok takıldım biliyorum ama yurdum delikanlısına geri dönücem bu satırda :) Artık 'kafana tükürürüm' değil 'kafana üflerim' diye küfür ediyorum sayelerinde o derece rahatsız oldum fısıldayarak tacizden. Çok iğrençler yaaa:S

* Mahalle kültürü efsane bir şeymiş, tekrar hatırladım. Camlarda oturan teyzeler,amcalar...'Anneeeaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaahhhhhhggghhhhh' şeklinde anıran (öhöm) seslenen bıcırıklar vs. Özellikle İstanbul'da lüks apartman çocuklarının oldukça uzak olduğu bir şey. Bak şimdi de hiç bisiklete binmemiş arkadaşlara olan şaşkınlığımı anımsadım.

* Mahallede Polis abiye selam veren ablanın, abi geçtikten sonra kendi kendine gülümseyişini görmek insana tuhaf bir röntgencilik hissi bunun yanısıra da aşık insanları sevme duygusu veriyor.

* Şirkette birinden bahsedip o kim ki dediğimde bak şurdaki yakışıklı şeklinde gösteren, göremiyorum dediğimde kalkıp bakacaksın diyen ve meraktan kalkıp kim olduğuna baktığımda 'ama kendisi evli' diyip sırıtan şirket abimizi ayrıca selamlarım :)

* Öğrendim ki dedikodu heryerde, yaşın, ünvanın falan hiç bir önemi yokmuş...Stajer dedikodusu bile yapıyorlar şekerim, çok ayıp yani!

* İnsanın uyum gücü o kadar yüksekmiş ki bu bünye bile sabah 6:30 da kalkmaya alışabiliyormuş.

* İnsanın hayatı öğrencilik bitince berbat bir hal alıyormuş. Yaşayacak pek bir şey kalmıyormuş iş hayatından geriye. Hafta sonlarını iple çekmek, sonra o yakalanan saatleri uykuyla doldurmak istemek öğrenciliğin kıymetini anlamayı sağlıyor. Bununla birlikte şirketin sağladığı parayla yemek yemek de tuhaf bir mutluluk hissi yaratıyor.

* İnsan yorgun olunca ne yazdığının çok da önemli olduğuna inanmıyor, sıkıcılaşan hayatını hareketlendirmek için çılgınca fikirlerle hiç yapmayacağı şeyleri yapmayı düşünebiliyor.

2 Temmuz 2010 Cuma

Mutlu olun sevdiklerim, lütfen, n'olur, rica ediyorum! :)


Şu ara sık sık lütfen mutlu olun sevdiklerim ve mutsuz etmeyin mutsuzluğunuzla diye geziyorum. Böyle çok özel konulara falan girmeyeceğim korkmayın! Ama abi bu depresyon dediğimiz şey zincirleme geliyor olsa gerek. Kar topu gibi gittikçe büyüyor herhalde. Bende olmasa da çevremde böyle bir kara bulut hakim şu aralar. İnanın haksız da değiller. Öyle basit olaylar değil, beni de etkileyen berbat şeyler yaşıyorlar. Üzülüyorlar, üzülüyorum. Ama benim yapım müsait değil ben 48 saatten fazla depresyon yapabilen bir insan değilim. Benim bir yaşam enerjim var ve çöplükte de olsam, berbat olaylar da olsa ortamı terkedip yaşamaya devam edesim geliyor. İşte çok yakınınızdakiler zincirleme berbat olaylar yaşayınca bunu yapamıyorsunuz. Şöyle oluyor. A kişisinin bir olayını öğreniyorsunuz hadiii yok artık diyip üzülüyorsunuz. Derken 48 saat dolunca, elimden gelen yapabileceğim bir şey varsa onu da yapmışsam çok özür dilerim ama benim yine yaşamaya umutla bakasım geliyor. Sonra tam o anda B kişisinin olayı geliyor bir anda. Üzülüyorum elimde değil. Ama bu böyle C kişisi, D kişisi olunca benim bünyem bi sarsılıyor. Ağla,Gül,Ağla,Mutlu ol,Üzül gibi dengesiz bir ruh haline giriyorum. Sonuç: Arkama bakmadan bilmediğim insanlara bilmediğim diyarlara doğru koşasım geliyor :)
Bir de olmuş ya da olmamış bir olaya çok uzun süre üzülmek biraz mantıksız gelmeye başladı. Yani eğer olmuşsa düzeltmek, durumu en iyi şartlara getirmek için elmizden geleni yaparız ancak geçmişe üzülüp ağlayıp durmanın manası yok ki!
Ya da olmamış ama olabilecek bir şey ise, alabiliyorsak önlemimizi alırız, ama yapılacak bir şey olmadığında oturup olacak mı olmayacak mı tüh şöyle kötü olur diye varsayımlar üzerinden üzülmek neden?

İzin verin kahkahalarınızı görmeme! Çünkü seviyorum ve sevdiklerim üzülünce üzülüyorum. Mutlu olun ve birlikte mutlu olalım artık lütfen bünyem daha fazla hüzün istemiyor. Kendi hüzünlerimi bile yarı ağlar yarı güler vaziyette yaşıyorum ben. Genelde de hepsini bir araya toplayıp öyle yaşıyorum o yüzden 48 saat sürüyor gelen depresyonlarım.

Adamlar çözüm de bulmuşlar mutsuzluğa: Gülümse!
Evet hepsi bu, suratımızdaki domuşuk suratsız ifadeyi silip, hafifçe dudak kenarlarımızı yukarı kıvırdığımızda, hele ki aradan dişlerimiz de hafif gözükmeye başladıysa vakit geçince isteseniz de mutsuz olamıyorsunuz. Yok tek başıma yapamıyorum diyorsanız buyrun bana adım adım öğretirim mutsuzken nasıl mutlu olunur yöntemlerini. Bunu başarmak konusunda iyiyim, hayır mütevazı olamayacağım gerçten mutlu olmak konusunda iyiyim ! :)


Ve sonuç olarak: Hayır sevgi kelebeği günümde falan değilim, genelde kızgın, aksi falan görünüyor olabilirim. O bir refleks. Sizi yanıltmasın. Mutlu olmayı ve gülen insanları seviyorum. Hele şu ara yeminle daha da bir çok seviyorum.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Kızlar erkekleri afiş ediyor!!!

Gece gece bir site keşfettim ki sormayın.
www.dontdatehimgirl.com
Sitenin kurucusu Tasha Cunningham 34 yaşında,evli falan bir kadınmış siteyi kurduğunda. Güya kendi tecrübelerinden yola çıkarak kurmuş bu siteyi.


Site oldukça ilginç. Fakat Türk kızları henüz keşfetmemiş olmalı ki afişe edilmiş Türk erkeği sayısı oldukça az.siteye üye olarak arama yapabiliyorsunuz. Erkekler de siteye üye olarak iddiayı boşa çıkarabiliyorlar. Bir erkeğin adı altında yazılmış bu erkekle çıkmayın çünkü kendisi bıdıbıdı bıdıdır açıklamasının altına diğer kızlar da yorum yapabiliyor.
Ben bizde de yaygınlaşsın bu da erkeklerimiz azıcık dikkatli olsunlar istiyorum :)
Öyle kolay kolay kazık atamasınlar kızlara, hemcinslerim ağlaya zırlaya ben ona şunları yapmıştım,böyle fedakardım o ise bunu yapmıştı dediğinde 'eh kızım sitede yazmışlardı kendin kaşındın' diyebilelim mesela.
Yaygınlaşsın bu sitenin kullanımı. Ben başlatayım diyeceğim ancak benim yazabileceğim birşey yok:) O yüzden bilenler bilmeyenlere anlatsın diyorum!

28 Haziran 2010 Pazartesi

Bürokrasi sorunsalı

Evet staj yapacağım şirketin istekleri :
* Öğrenci belgesi
* Zorunlu stajı olanlar için; okulunuzdan alacağınız staj yapmanızın zorunlu olduğuna dair staj yazısı,
* İkametgah,
* Adli sicil kaydı,
* Nüfus cüzdanı fotokopisi (T.C. Kimlik numarasını içeren),
* 2 adet vesikalık fotoğraf, (Scan edilmiş versiyonunu öncelikli olarak bizimle paylaşabilirsiniz)
* Sağlık belgesi (herhangi bir sağlık ocağından alınabilir)
* Kan grubu belgesi (Ehliyetiniz bu bilgiyi içeriyorsa, ayrıca belge almanıza gerek yoktur.)


Bu nedir ? Nüfuslarına almazlarsa beni şikayetçiyim bu kadar işten sonra.
İkametgah kısmı tamam hemencecik oldu.

Ben sağlık ocaklarının kokusundan ne kadar nefret ettiğimi unutmuştum ama ya:(
Ne gereği vardı o ilaç ve sidik kokusu karşımın iğrençliğini anımsatmaya???
Sağlık raporuymuş:
Yaptığım tek şey fotoğrafımın zımbalandığı kağıdı doldurup,
iğrenç kokunun içinde dünyamdan cayar vaziyette sıra bekleyip,
odaya girdiğimde 'bir rahatsızlığın var mı?' sorusuna HAYIR demek...
Ahan da turp gibi staj yapar bu diye raporum var höh!

Nüfus cüzdanım da yok ayrıca benim, ehliyet kabul etmezlerse bir de onunla uğraş işin yoksa. Bir daha kaybetmicem artık nüfus cüzdanımı bu son olacak!

27 Haziran 2010 Pazar

Telefon Adabı (Evet var böyle bir şey!!!)



Dün gelen bir telefon yine sinirlerimi harekete geçirdi. Bütün derdin bu mu bir sal diyenler olabilir. Ama yazıcam işte çok rahatsız oluyorum yahu. Hatta halk evlerinin falan bu konuda ücretsiz seminerler vermesi gerektiğini savunuyorum.

Örnek olması açısından bir telefon dialogu:
Ben- Efendim
Kişi- Alo
Ben- Efendim buyrun?
Kişi- Kiminle görüşüyorum (asjhafjksahfjkasnvkajdjnvaks)
... Burada bölmek istiyorum. Ne demek kiminle görüşüyorum ya? Ben mi aradım seni? Sen kimi aradığını bilmiyorsan ben niye sana kim olduğumu söylemek zorundayım?


Birini aradığınızda önce kendinizi tanıtınız, ardından karşıdaki ses aradığınız kişiye benzemiyor ise misal 'ben bilmemkimi aramıştım onunla mı görüşüyorum acaba' şeklinde doğru olup olmadığını kontrol ediniz.

Dana gibi direk kimsiniz demek hoş değildir yani sevgili insan!

Konuşmanın devamı da şu şekilde sürdü:
Ben- Siz kimi aramıştınız?
Kişi- Yanlış herhalde (çat = kapanma sesi)
Ben- AJFAKJF....

Evet sinirleniyorum. Çünkü öyle çok ele gelir bir telefon numaram olmamasına rağmen iki de bir yaşıyorum bu diyalogları. Hele bir de telefonu açıp direk aradığı insanmışım muamelesi yapan teyzeler var ki onlar felaket...
Ben- Efendim?
Kişi- Hatçeeeeeeeeeeeeeeeeeee
Ben- Ben değilim, yanlış aradınız.
Kişi- Çat!
Ben-asakjsakfjanf...

Daha beterleri de var tabi.
Ben- Efendim
Kişi-Alo
Ben-Evet buyrun?
Kişi- Kimsiniz?
Ben- Siz kimi aramıştınız?
Kişi- Yanlış oldu herhalde, ama sesiniz hoşmuş belki bu tesadüf.....
Ben- ÇAT!

İkinci olay ise:

Telefonu arayan kişi sonlandırır

Bu sebeple arayan siz iseniz, kapatmaya karar verecek olan da sizsiniz. Eğer çok uzatırsanız, aradığınızı zor duruma düşürürsünüz. Bu arkadaşlar arasında pek de geçerli bir durum değil tabii ki. Ama konu bittiyse, konuşulacak bir şey kalmadıysa, aranan kişi eh hadi kapat diyemez, ayıptır çünkü. Arayanın kapatmasını bekler. Siz çekinir ve karşısı kapatsın diye beklerseniz olay saçma sapan bir hal alır.
Ben- Anlıyorum
Kişi- İşte böyle
Ben- Evet değişikmiş
Kişi-Di mi bence de öyle oldu
Ben- Evet tabii
Kişi- hı hı
Ben- Başka?
Kişi- Yok başka bişi işte öyle bildiğin gibi
Ben- (utana sıkıla) E şeyy o zaman kapatalım mı ki artık?
-Bu noktada kendimi çok rezil bir şey yapmış gibi hissederim her zaman. Sonuçta arayan ben değilimdir ve kapatalım mı demekle büyük ayıp ediyorumdur. Ama telefonda birbirimizin nefesini dinlemeyi de sapıkça buluyorum açıkçası.

Telefonda geğiren arkadaşlara zaten bir şey söylemiyorum onlar bir zahmet bir gidip atlasınlar bir yerden.
Telefonda sifon sesi duymak da istemiyorum artık.
Bir de lütfen telefonla konuşurken, telefona ihtiyaç kalmayacak şekilde bağırmayalım. Öyle anlar oluyor ki ya kapat telefonu ben cama çıkayım zaten duyarım diyesim geliyor.
Bir de bazen telefonu yutup da konuşuyorsunuz ya hani, böyle sanki telefon midenizde ve sesinizi midenizden almaya çaşışıyoruz gibi oluyor. İşte o anlarda zaten yakın olduğum insanlara direk söylerim 'Allah aşkına telefonu her ne yapıyorsan yapma normal konuma getir' diye. Ama işte yakın biri değilse 'Sesinizi alamıyorum?' gibi cümlelerle cebelleşmek durumunda kalabiliyoruz.

Özetle, evet devir değişmiş olabilir, evet bizler pek çok adab-ı muaşeret kuralını unutuyor olabiliriz. Ama LÜTFEN!!! Bunlar saygı içeren unsurlar, bunları unutmanın ve tarihe gömmenin bir anlamı yok. Saygı gösterdiğimiz zaman bu kurallar kendiliğinden uygulanmış olacaktır zaten.

Gerçi bizler ki
-Alo
-Götün kaç kilo

espirileriyle kaynaşmış bir milletin çocuklarıyız. Belki de çok şey bekliyorumdur :)

25 Haziran 2010 Cuma

Tatilin dönüşü, gidişinden bellidir



Efenim sevgili halikarnas balıkçısı olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın şu dizeleriyle başlamak isterim bu yazıya:

yokuş başına geldiğinde
bodrum'u göreceksin,
sanma ki sen
geldiğin gibi gideceksin
senden öncekiler de
böyleydiler
akıllarını hep bodrum'da
bırakıp gittiler...


Bodrum'un girişinde görürsünüz bu yazıyı ve her defasında gidişinizi anımsatır durur şair size, her defasında içiniz acır. Devamlı gidenler için Bodrum bir hastalıktır zaten onlara anlatmaya gerek yok aslında ama olsun. Maksat blogumuza tatil anılarımızı yazalım.

Çocukluk zamanlarımda başladı yazlık maceram. Zaten site ortamının en keyifli zamanları 12-18 yaş dönemidir. Yalan rüzgarı tadında olaylar yaşanır, kah güler, kah destek olur, kah dertlenir içersiniz. Hele küçük yaşta bara falan girme maceraları efsanedir. Yazlık arkadaşlıklarından gerçek hayata taşınanlar nadirdir. Genellikle her gittiğinizde orada olan, orada olsunlar istediğiniz insanlardır ve de 19-20 yaşını bulmadan tatil dışında görüşmek mümkün olmaz onlarla. Geçmişi bırakayım da bu tatile geleyim.

Ucuza gelsin diye erkenden almış olduğum uçak biletimin THY değil de alt firması olan Anadolu Jet'e ait olduğunu farkettiğimde yaşadığım şok ile başlamak istiyorum. Macera uçağa adımımı atar atmaz, bir abinin feryat figan 'kedi mi? kedi mi var uçakta? nerde o kedi' tepkileriyle başlamış bulundu. Yanından geçerken yüzüne gülmemek için zor tuttum kendimi. Artık nasıl korkuyorsa kediden girdiği tripleri görmek eşsizdi cidden. Nitekim uçak havalandıktan sonra kutuda bir kedi geldi yanımıza. Cam kenarında oturan kişiye aitmiş. Bu defa da aramızda oturan konuşkan teyzeyi bir huzursuzluk sardı. Yani zaten yolculuğun bitmesine bir 20-25 dk kalmış, hala kedi problemi yaşanıyordu. Dedim teyzecim siz benim yerime oturun biz iyi anlaşırız o kedişle. Sorun böylece çözüldü. Pilotumuz ise değişik bir insandı. Seksi bir ses tonu ile kaç metre havadayız saatte kaç km ile gidiyoruz kısmını bildirişi hoştu gerçi. Ancak değişik bir ruh haline sahip olduğunu düşünüyorum zira iniş kısmında uçak kademe kademe aşağıya doğru bırakıldı sanki. Şimdi düşüyoruz, ah bu defa kesin lost adasında bulacağım kendimi derken sağ salim indik efenim. Uçakta 1-2 sabancılı görür gibi olduğumu da eklemeliyim.
Neyse, zaten direk eğlenme modunda olacağımızı kuzenim bildirdiğinden kıyafet falan gayet ona uygundu. Kuzenim, Çeto ve ben kendimizi barlar sokağında buluverdik. Baktık ki Bodrum baya boş, henüz açılmamış tatil perdeleri. Orası mı iyi burasımı derken White House oldu durağımız. Dışarıda sakin sakin bir şeyler içerek başlayan gece en son sabancıdan farklı insanlarla da kaynaşmış olarak striptiz direğinde dans ederken sonlandı.(yok striptiz yapmadık yanlış anlaşılma olmasın biz çocuklaştık sadece :) ) Ortalıklardaki kavruk tenli apaçi abilerimize bu cümleyle değinerek geçmek istiyorum.Hele bar içinde güneş gözlüğüyle gezinip kaslarını sergileyen siyah atletli kavruk olanı üstünü de çıkardığında çok oy topladı :)O kadar çoklar ki onlara roman yazılabilir. :)

Şu an burnuma mukayet olamama ve köh köh yaşlı amcalar gibi öksürüyor olmamı da bu tayfaya borçluyum. 5 gece boyunca durmaksızın mekan mekan gezince insan sonunda hasta oluyormuş. Mekanlara değineyim biraz.
Barlar sokağı fixtir zaten; Deja vu, White house, Red Lion gibi yerler...
Bunlarda genelde inanılmaz güzel ve yakışıklı turistlerimizden tutun en çirkinlerine kadar hepsi görülebilir. Araya kaynamış kavruklar öyle ablalar götürür ki şaşar kalırsınız. Erkeklerin de bu tür mekanlar da tacize uğramaları muhtemeldir. Yazıyorum diye kızabilir belki ama kuzenimin poposu az kadın eli görmemiştir bu ortamlarda bizi korumaya çalışırken :D:D

Meşhur Catamaran'ı resimleriyle anlatacağım size. Benim fikrim orası Türkiye'de bir yer değil. İşin aslı berbat bir ortam. Travestiler dans ediyor genellikle üstsüz olarak ve birbirlerini okşayarak.Figürler falan erotiklikten çıkmış hertürlü fetişizm falan işin içine dahil olmuş durumda. Öyle ki ben bir müddet şoka girmiş bir vaziyette dans falan edemeyip bunları izledim. Fotoğraflarını da çektim gayet görgüsüz bir modda. Eğer oralardaysanız ve parmakla anaa meme diyen bir şaşkın gördüyseniz o benim efenim.
Yolunuz düşerse catamaran'a gitmeyin derken durumu da 1-2 foto ile özetleyeyim.






Özetle böyle bir ortam işte. Homofobik falan değilim. Yine de çok da haz eden bir insan olmadığım bilinir bu durumlardan. Ama kim olursa olsun para karşılığı şu duruma düşürülmüş olmaları beni üzdü. Belki resimlerden çok da net anlaşılmıyor ama bu işi yapmaktan mutlu olmadıklarını düşünüyorum. Belki de Türkiye'de daha kötü yollar dışında onlara bırakılan tek seçenek bu olduğu için oradalardı. :(

En çok eğlendiğimiz yer Halikarnas oldu. Nispeten daha elit bir ortamdı. Cuma gecesi olduğu için köpük banyosu olayına dahil olduk ve gerçekten çocuklar gibi şendik diyebilirim. Köpük olayı baya enteresan. Kafanıza kadar köpüğün içinde kalıyorsunuz. Arkadaş gurubu ile oradaysanız oldukça keyifli oluyor.
Şovlar da gayet iyiydi. Hiphopçı gençlerimiz oldukça başarılıydı. Dans eden ablalarımız sahneden fışkıran sular sonucu erotik bir hale büründüler ancak ortada sapkın bir durum yoktu. Göz zevkini bozan bir şey yoktu diyebilirim. Alandaki insanların da sahnede ıslanmaya dahil olması sonucu eğlenceli görüntüler çıktı ortaya. Bodrum'daki en eğlenceli gecemiz Halikarnas'ta idi. Zaten öyle çok eğlenmişiz ki ertesi gün gitmemiz halinde indirim alacağımızı öğrendik :)



Yok efenim sahilde mangal, hadi 'hadi gari'ye de gidelim derken tatil esti geçti.
En son 'hadi gari' de topukluya alışık olmayan ayak bileğimin sızım sızım sızlayışını hissettim. Ardından denizden gelen o esintiyle buz gibi olduğumu sezdiğimde şifayı kapacağımı düşündüysem de kabullenmek istemedim. Ertesi günden itibaren sahilde, evde, dışarılarda elimde peçetelerle hapşıra tıksıra gezmek durumunda kaldım. Benim bu hasta halimden en çok çeken insan tabii ki bulaştırdığım kuzenim ardından zaten kırk yılda bir görüşebildiğim ve tatile henüz gelen arkadaşım diloş oldu. Zira sürekli burda müzik sesi çok yüksek, yemek yiyelim, ay ben dans edemem,burnum acıyor, offf, hiç halim yok gibi şikayetlerime maruz kaldılar. Fora'da, Kule'de,Adamik'te ve yine White House'da cidden pek rahat vermedim sanırım. Mızmız küçük çocuklar gibi takıldım yanlarında ama dizimi kırıp evde oturayım da diyemedim.

Son gün hevesle denize gireceğimi düşünürken ağladı Bodrum ben gidiyorum diye...Üzülme dedim ama denize girmeme olanak vermedi. Buna olanak vermedi ancak enfes görüntüler verdi.



Sonunda döndüm İstanbul'a...İstanbul da beni sevinçten ağlayarak karşıladı zaten.
Aklımda hala o müthiş günbatımı...Gel de hak verme Halikarnas Balıkçısı'na.
Manzarayı gördükten sonra siz karar verin. İnsan nasıl geldiği gibi gidebilir bu şehirden? Aklını bırakmamak mümkün müdür geride?
Her ne kadar Sezen Aksu gibi kalbimizi olmasa da aklımızı Ege'de bıraktığımız doğrudur. Biz her yaz bir kere de olsa gider aklmızın bir kısmını bırakıveririz bu şehirde ondandır belki yarım akıllılığımız...
Buyrun manzarayı gördükten sonra siz karar verin!

14 Haziran 2010 Pazartesi

Taze Blog'um :) ve horoz !!!

Eh finaller bitti, D gelsin diye dualar ettiğim bir dersimin C- geldiğini sistem açığından yararlanarak gördüm. Yarın gece Bodrum'un güzelim havasında soluklanacak bir insan olarak şu 24 saat için kendimi boşlukta hissederek haydi başlayayım blog yazmaya dedim.

İlk konumu komşunun horozu olarak belirledim. Bilmeyenler için söylemekte fayda var İstanbul gibi bir şehrin gayet ortalarında bir yerde ufacık bahçeli mini bir müstakil evde yaşama şansına erişenlerdenim. Vakti zamanında ebeveynlerim insan toprağın sahibi olmalı azizim anlayışıyla bir şekilde bunu başardılar. Haliyle komşular ve komşuluk ilişkileri falan henüz çok da ölmemiş bir mahalle. Bahçelerinde kümesleri falan var. Ben bu noktada geçmişte yaa anne bırakın bahçeyi falan dediğim günleri içim sızlayarak anıyorum. Zira haklıymışım gerçekten.



Çıldırıyorum horoza, saati yok bir kere. Abuk subuk saatlerde inanılmaz çirkin bir sesle ötüyor. Gece 1-2 gibi başlıyor mesaiye, sabah uyur diye bekliyorum ama olur mu öğle saatlerinde de aktif kendisi. Hayvan seven bir insanım ki platoniklerimi hep hayvanlardan seçerim bilirler :) Ama yeminle bu horoza katlanamıyorum.

İlk aklıma gelen al bıçağı git daya gırtlağına oldu.Elimde bir bıçakla horoz katili resmimi görür gibi oldum. Sonra yakalanırsam ayıp olur diye düşündüm. Acaba diyorum böyle irisinden bir mahalle köpeği yanlışlıkla bahçeye mi girse? Arka bahçelerimizin kesiştiği evdeki küçük afacan (hatta afacanlıktan ölecek kerata) çocuğa geçenlerde kaybolan misketini bu horoz yutmuş, hala karnındaymış gibi bir hikaye mi uydursam. Hem suçlu da horoz olur o zaman. Yanına en çıtırından bir piliç falan mı alsak, hani belki mutlu olursa ötmez o kadar çok. İçten içe dikkat çekmeye çalıştığını sezer gibiyim çünkü. O zaman da civciv falan olur onlar da bik bik hiç susmazlar şimdi.
Evet, Sabancı'dan uzakken tek derdim komşunun horozu...Ama yaşamayan bilmez o ses cidden katlanılır bir ses değil.

Komşularımın da teknolojiyle araları yok ama sormak istiyorum hani vakitsiz öten horoz kesilirdi? Bu horoz niye hala yaşıyor? Nedennn ulaannn???

KGK