18 Aralık 2013 Çarşamba

Bir hikaye

Nehrin kenarında yürüdüm. Eğime ayak uyuk uydurup , süt dişleri dökülen küçücük kız çocuğunun, gördüğü sevgi sebebiyle kendisini prenses zannetmesi hissiyatı vardı içimde. Yeşil...
Alabildiğine yeşildi manzara ve ortasından geçen masmavi bir tezatlık. İsmini dahi duymadığım, bir elin ayasından biraz küçükçe pembe , çanak yapraklı çiçeklerle doluydu etraf. Tam ortaları kadife siyahtı.
Bahar...
Mis gibi kokan bir bahar havası...
Güneş bana aitmiş gibi özel hissettim o an kendimi. Ayaklarımı sürüyerek yürüdüm önce. Sonra eğime kaptırıp kendimi zıplamaya yakın bir tempoyla ilerler buldum.
O kadar mutluydum ki açıp kollarımı iki yana var gücümle aşağıya doğru koşmaya başladım karşıdaki tek eve.
Hiç tanımadığım o tahta verandalı, sanki dışarıdan küçük gözüküp de masallardaki gibi içi sonsuzmuş gibi gelen yeri amaç edinmiştim kendime.

Ulaştığımda gücüm tükenmiş ve bacak kaslarımda zorlanmışlığın sızısı vardı. Verandadaki suyu farkettiğimde çekinerek elimi uzattım sürahiye. İçine henüz buz atılıp bırakılmış gibiydi. Buzun etkisiyle hafif nemlenmiş sürahiden bardağa boşalan tam içme kıvamındaki serin suyu sanki hayatı taçlandıran sihirli bir iksirmişçesine içtim.
Eve girip girmemek konusunda çekincelerim vardı.
Kararsız bir halde kapıya gözlerimi diktim.
Yarın dedim, yarın yine gelirim. Ve bu defa belki de girerim kapıdan.
Benim dünyamda bu kaçıncı kez olduğunu bilemediğim bir tekrardı oysa ki.
Biliyordum.
Yarın, sonraki gün ve hatta sonraki günlerde de gelecek ancak kapıyı açmaya cesaret edemeyecektim.
İçimdeyse kendime dair o umut, bir gün cesaret edeceğim ve denemeye devam etmem gerektiği hissi hep kalacaktı..

6 Kasım 2013 Çarşamba

kızlı-erkekli evde kalan erkek namuslu kadın orospu

Kızlı-Erkekli aynı evde kalıyorlarmış azizim...

Öyle bir kuruyorlar ki cümleyi sanırsın kızla-erkek aynı evde kalınca hep seks, aman sabahlar olmasın.
Yanına oturan her kadına s.kilecek şişme bebek zihniyeti ile bakan insanların arkadaşlığı, dostluğu da aynı cinsiyetler arasında yaşanır sanmasını yadırgamamalıyım aslında. Hatta pek çoğunun gözünde kadın insan bile olmadığı için böyle algılamaları belki de çok doğal.

Adamlar artık külotlarımızın içine girdiler hanımlar...
Başınız açık olsun, kapalı olsun..
İnançlı olun ya da inanmayın. Bunlar beni ilgilendirmiyor.
Her biriniz tecavüze uğradınız bile. 
Ancak nasıl bir onursuzluktur ki tanımadığınız herifin birinin sizin kendisince tanımlanmış namuslarınız üzerinden atıp tutmasına katlanabiliyorsunuz?
Kim sizin sahip olduğunuz vajinada bu kadar hak iddia edebilir?
Kim bu insanlar?

Sağda solda sizi görünce bıyık buran, laf atan, ne giydiğinize göre sizi ne kadar elleyebileceğine karar veren, sizi eve hapseden, size her istediğini yapabileceği malıymışsınızcasına davranabilen bu adamlar kim?

Söyleyeyim hemen.
Sizin yetiştirdiğiniz çocuklar bunlar.
İslamı her önüne gelen kadınla yatabileceğini ama kendi karısı kızı kardeşi bir erkekle yatınca zina olduğunu düşünerek büyütülmüş çocuklar.
Erkeğin annesi üzerinde bile söz hakkı olduğu bilinciyle yetiştirilmiş, kadının güçsüzünün makbul olduğuna ikna edilmiş çocuklar bunlar.
Sizin oğlum, paşam, kadın dediğin nedir elinin kiri dediğiniz çocuklar.
Allah belasını veresice çocuklar bunlar.
Döven,  tecavüz eden, öldüren, hapseden sizin evlatlarınız.
İmam nikahıyle 4 karı almanın normal olduğunu zanneden (ki islamiyete göre araştırırsanız bunu yapabilmek için peygamber karakteri gerekir),
o istediği an sevişmeye hazır olmanız gereken adamlar bunlar.
Evden dışarı çıkmayıp kafesinizde takımanızı bekleyen zavallıcıklar bunlar.
Erkekler otursun evde, çıkmasınlar dışarı... 
Hayır bunu savunmuyorum tabii ki ama bu adamlar bu kadar uçkurlarına engel olamıyorlarsa onlar men edilsin sosyal hayattan.
Kadınlar olmasa hayvanlara musallat olan bu zihniyetlerin mimarı sizsiniz sevgili erkek anneleri.
Siz yetiştirdiniz onları böyle.
Buyrun gurur duyun!

10 Mayıs 2013 Cuma

Sayı doğrusunun eksi sonsuzu ve artı sonsuzu


Hayat başlangıçlar ve bitişlerden ibaret. O yüzden o "ömür boyu" kalıbında yaşayanlar bile yanılgıda. Ömür boyu nedir ki? O da öldüğünde bitecek. En sevdiğimiz şarkılar, en sevdiğimiz filmler, en güzel yemekler, aşklar, arkadaşlıklar... Kimi zaman isyan etsek de buna ; Herşeyin bir sonu var.
İşte belki de bu sebepledir ne zaman başlayacağın ve ne zaman bitireceğin önemlidir olayları. Ve nasıl başlayıp nasıl bitirdiğin de... Çünkü ara zamanlar kaybolur bellek dediğimiz sonsuz olmayan yörüngemizde. Nasıl başladığı kalır, nasıl bittiği bir de.
Gerçek sevgi çok sevdiğin köpeğini onu mutsuz edeceğini düşündüğünde senden daha çok sevecek ona iyi bakacak birine verebilmektir. Senden uzakta da olsa mutluysa dostun, belki zaman açacaksa da yakınlığınızı senin için mutluyum diyebilmektir. Ve belki de başkasına vermektir artık üzerine olmayan o çok sevdiğin elbiseyi. Paylaşmaktır herşeyi zamanı geldiğinde. Başkasına verebilmektir. Çünkü yaşananlar kalır, ama dolar zamanlar. Biter. Eğer sen vermeyi bilmezsen sonlar kötü olur. Veremediğin elbise delinir, kullanılmaz hale gelir sana da faydası olmaz artık.
Hayat tuhaf bir başlangıç-bitiş döngüsü. Doğum- ölüm kadar net bazı şeyler. Aralar gri evet ama siyahtan beyaza giderken arada oluşan grilik gibi. Son var, bir yerlerde birşeylerin hep sonu var. Zaten matematik bile ikna edememişti beni. Sonsuzluğa hiç inanmadım ben. Küçük aklımın almadığındandır belki de kimbilir.
Ben küçükken sevdiğim herşey sonsuza kadar benim olsun isterdim. Büyümeyi pek sevmedim. Ama büyümek öğretti ki o çok sevdiklerimiz toprak oluyor bir gün, sığmıyoruz en güzel kıyafetimize, ya da taş bezi oluyor sevgili t-shirtümüz, elimizi hiç bırakmasın istediklerimiz el oluyor, can dostum dediklerimizin yüzünü unuttuğumuzu farkediyoruz bir gün. Herkes değişiyor, herşey değişiyor.
Sadece başlangıç ve bitişler silsilesi... Bu hiç değişmiyor.
Ben doğru zamanların insanı olamadığımı düşünürüm. Yanlış zamanlarda yanlış şeylere başlarım genelde. Pervasızca, düşünmeden. Yine aynı şekilde bitiririm bir şeyleri. Gemileri yakarak, yıkıp giderek. Ama bir gün uyandığımda vazgeçmiştim bu huyumdan.
Bir nevi ego sıyrılması...
Herşey bir bütündü çünkü. Birini mutsuz ettiğimde bendim mutsuz olan aslında. Kötülük yapmasam da mutsuz ettiysem ne farkı vardı? O andan beri mutlu olmak adına mutsuz etmemeye çalışıyorum benim süreç zarfımda olanları. Ve öğrendim artık zamanı geldiğinde havaya bırakmam gereken uçan balonları.
Dilek fenerleri gibi ... Bazen derin bir nefes alıp bırakırsın herşeyi.
Ertesi gün doğan güneşle birlikte boşluk olmadığını farkedersin içinde. Başkalarına verdiğin, doğaya hediye ettiğin, özgürlüğüne amenna dediğin hiçbir şey kayıp değildir aslında. Aksine, kendi haline bıraktığın herşey bir kazanç. Çünkü zaptedilmektir mutsuz eden insanları. Empati kuracaksın, birinin seni bir şeylere zorladığını düşün, ya da bir şeylerden alıkoyduğunu. Sinirlenmez misin? Mutsuz olmaz mısın? O yüzden diyorum akışa karşı kürek sallamaya gerek yok, deniz seni yorar yener ve sen başladığından geride bulursun kendini.
Yüzünde gülüsemen, kalbinde varolan her zerreciğe karşı o yoğun hayranlık ve sevgiyle, en kötünün bile iyi bir yanı olduğunu bilerek gideceksin o sona.
Hayat bu... Başlar ve biter.
Ne gelene çok sevinip ne gidene ölürcesine üzüleceksin.
Çünkü eninde sonunda sen de gideceksin.
Like ·  ·  · Promote · 

25 Mart 2013 Pazartesi

Bazen

Kapılar kapandığında yalnızdır insan...



Kimse kimseyi tamamen bilmez derim hep. Ne içindeki iyiliği, ne kötülüğü... Melekliğin ve şeytanlığın... En büyük korkuların, en tatlı hayallerin, sözlerin, beklentilerin, doğru ve yanlışların...
Ve pişmanlıklar...

Gözlerini kapatıp huzura bırakmak istersin kendini. Ama işte olmaz bazen.

12 Mart 2013 Salı

hayır olsun

Güneş doğdu İstanbul'a ...
Gece susmak bilmeyen mart kedilerinin can hıraş çığlıkları yerini serçelerin, güvercinlerin sesine bıraktı.
Şimdi yoğun bir toprak kokusu var dışarıda, gece yağmur vardı diyor uyuyup da kaçıranlar için.
Odamda sabah kahvemi yudumluyorum. Kokusu buram buram burnumu sızlatıyor. En sevdiklerimden, onsuz yapamam dediklerimden. Köpeğim başına bir ayağımı yastık yapmış, basık burnu sebebiyle yumuşak hırıltılarla uyuyor.

Tüm bunları düşündüğümde nedensiz bir mutluluk kaplar normalde içimi. Bugün hissedemiyorum. Daha da doğrusu son zamanlarda mutluluğu pek hissedemiyorum.
Kendi kendime kaldığım pek çok anda saçma sapan ya da aslında önemli şeyler düşünüp ağlamama engel olamaz buluyorum kendimi.
Dua edemiyorum ben son zamanlarda. 
İnancımda yok bir eksilme ama gelmiyor içimden işte. Edemiyorum.
Edebilsem biraz huzur bulurdum biliyorum.
Sık sık kendime saldırıyorum.
Bugüne kadar pişmanlık duyduğum yaptığım yapmadığım her ne varsa bulup çıkarıyorum anılar sandığımdan.
Bak diyorum, bu senin eserin. Kendi kendimi üzüyorum ket vurulamayan bir mazoşizm duygusuyla.

Etrafına tebeşirle bir daire çizip, onun dışına çıkamayacağına inanmış, kendi kendinin özgürlüğüne kastetmiş bir tutsak gibi sıkışıyor yüreğim. Bir mengenenin arasında kalmış gibi, belki de hiç varolmayan bir acının ızdırabını çekiyorum.

İlaçlarını almayı reddetmiş bir deliden hallice beynimin içi. Sanki ben kendimi tutup beynimin içine bıraktım ve kafamı sağa sola olanca gücümle sallıyorum ki duvarlara çarpıp iyice sersemleyeyim. Sersemledikçe daha çok tökezler halbuki insan.

Ben, benden ne istiyorum?

Uyuyamıyorum bir de ...
Yorgunluktan bayılırcasına uykuya geçiş yapana kadar kapatamıyorum gözlerimi.

Bir düşünce karmaşası buldum onu çözmeye zorluyorum kendimi. 
Dedim ki kendi kendime ; Korku esarettir ve insan bilinmeyenden korkar. Bu durumda herşeyi bilmeyen insan tamamen özgür olamaz mı? Cehalet de mutluluk demiştik. Bu durumda herşeyi bilmeyen özgür olamıyor ama mutlu oluyor.

Ben işin içinden çıkamıyorum bugünlerde.
O yüzden...
Hayır olsun.



23 Şubat 2013 Cumartesi

İlişki



O kadar zarifti ki...
Uzun saçları sanki her teli nereye ait olduğunu biliyormuşçasına omzundan beline doğru iniyor. Parlak bir kahverengi, koyu tonlarda. Emin adımlarla girdi içeri. Çantasını yanındaki koltuğa yerleştirirken ince bileklerindeki bilekliği saatine çarpıp şıngırdadı. Bordo ojeleri bayağılıktan çok uzak, en asil haliyle uzun tırnaklarında pürüzsüz duruyordu. Oturdu. Bir fincan sade filtre kahve söylemişti ki telefonuna yöneldi. Melodisi eminim itinayla seçilmiştir. Ben duyamamıştım. Zerafet ve asaletin yeryüzüne düşmüş gölgesi gibi olan bu kadının konuşmasına kulak kabarttım biraz da utanarak. Tanımadığım bir hayatı merak ediyordum. Böylesine bir insanın enteresan, hoş bir hayatı olmalıydı.

-- Anlamıyorsun , hiç anlamadın. (sessizlik)
-- Bağırma bana, buna hakkın yok senin. Dinle beni.
-- Dinle diyorum, biraz da sen beni dinle. (karşı tarafın susturduğunu anlıyorum)
-- Olmayacak, yapamıyoruz biz. Tartışmayı bile başaramıyoruz birbirimizi kırmadan. Neden eskisi kadar sevmediğini anlamıyorum ama saygı duyuyorum.
--Peki

Gözlerindeki ıslaklıkla renkleri daha da canlı oluyor gözlerinin. Bir damla yakalar gibi oluyorum yanaklarından süzülen. Karşıya dikiyor gözlerini. Kahvesinden bir yudum alıyor. İçini çektiğini duyuyorum. Hüznünü öyle güzel yaşıyor ki tekrar utanıyorum kendimden. Çünkü neredeyse bu sahneyi görebildiğim için mutlu olacağım. Garsona seslenen sesini duyuyorum. Garson yaklaştığında berrak sesiyle, bir iyilik rica ediyor:
-- Mümkünse bana bir dal sigara bulabilir misiniz? Çok teşekkür ederim.

Gelen sigara ile muhtemelen bırakmak için aylarını harcadığı bağımlılığa geri dönecek.

Ve anlıyorum ki farklı yerlerde, farklı insanlarda çok da farklı değil hikayeler.
İlişki dediğimiz şey nasıl bir halt ise sonu hep bokluk ile bitiyor.
Ve tuhaftır; hep en iyi arkadaş olabilenler ilişkiyi beceremiyor. Arkadaşlıktan ilişki ismine geçiş yaptığında bir şeyler bozuluyor sanki. Hep sevilmeyi bekliyor belki de insan. İlişki denilince sonsuza kadar sevecekler zannediyor. Öyle olmayınca da kırılıyor. Halbuki biz "sevgili" diyince sonsuza kadar sevilmeli sananlardandık.

3 Şubat 2013 Pazar

Yazmam gerek

Yazmak bile değil aslında beynimde dolanan her cümleyi kusmadan rahatlayamayacağım gibi geliyor. Saatlerdir hiç durmadan aynı anda o kadar çok şey geçiyor ki kafamdan. Başım çatlayacak gibi hissediyorum. Düşüncelerden beyni patlar mı insanın?

Ne olduğunu algılayamadım, neden bu kadar aşırı düşündüğümü de...Yoruldum.
Midem bulanıyor...
Değişen bir şey yok, herşey aynı belki.
Öyle bir bakış açısına sahibim ki şu anda dün güllük gülistanlık olan hayatım bugün defalarca tecavüz edilip otobana fırlatılmış gibi geliyor.
Neyin derdindeyim?
Derdim kiminle?
Kime kızgınım bu kadar?
Neden sinirliyim
Neden huzursuzum
Ne olacak
Ne yapmalıyım
Kime şikayet etmeliyim
Ne demeliyim
Nereye gitmeliyim

Neden öyle söyledi?
Onu söylemese miydim?
Kırdım mı?
Üzdüm mü?
Hakediyor muyum?
Belki de boşaltmalıyım hayatımı ...
Saçmalama, saçmaladığını biliyorsun.
Neden öyle yaptım, bana yakıştı mı?
Neden durduramıyorum beynimi?
Niye susmuyor içsesim.

Öyle yorgunum ki şu anda.

Bir kaç kontrolünü yitirmiş hatun var benden içeri.
Her gün kavga ediyoruz.
Kim kazanırsa onun günü oluyor.
En sevdiğim günler huzurun ve sükunetin kazandıkları.

Ama şu ara hep kaos hüküm sürüyor.
O sesler susmuyor, susmuyor..

20 Ocak 2013 Pazar

Bilmece

Seninle çok güzeliz,
Biz seninle aşırı güzeliz.

Taşlar yerine oturur gibi.
Sen hayatında gerçek anlamda bir tek beni sevmişsin.
Bunu ne bana ne de kendine itiraf edemesen de.
Belki de farkında değilsindir kimbilir.
Ama sen sadece beni sevmişsin.

Bana kurduğun tek bir cümleyle tüm bunları anlattın.
Ya anlattın ya da benim şizofrenliğimdi.
İlk defa kendin de anlayamadın.
Sonra vazgeçtin sorgulamaktan kendini.
Çünkü ben senin özgür olmayan yanındım.
Çünkü benimle yalnız olamıyordun.
Hakan Günday diyor ya hani
"İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır.
Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır" .
Sorun da buydu hani.
Sen özgürlüğünü seviyordun ama beni de seviyordun.
Beni seviyordun yalnızlığın gidiyordu elinden.
Bağımlılığın olmamdan korkuyordun.
Ve benden nefret etmek istiyordun.
Bazen başarıyor bazense bana yeniliyordun.
Yenilmek denmezdi aslında, sen öyle diyordun.

Göremediğin şuydu belki;
Sen yine yalnızdın.
Ben oradaydım, seninleydim.
Ama tüm farklılıklara rağmen ben sendim.
O yüzden yine yalnızdın sen ve ben yine yalnızdım.
Bütündük.
Bir bütün olarak yalnızdık.
Şu kimsenin bizi anlamlandıramadığı uçlu bucaklı dünyada
Anlamlanmıştık birbirimizde.
Bilmiyorduk
Bilmiyorlardı
Haklıydık kimseye güvenmemekte ama güveniyordum sana
Yani demem o ki
Sen onlar değildin
Sen, sen bile değildin.
Sen bendin, ben olmayan benden çok farklı bir ben.
Benliğimi sever gibi seviyor, benliğimden eder gibi nefret ediyorum senden.

Bu konu uzar.
Sen hayatında bir tek beni sevdin.
Ve  ben de seni.

Şimdi geriye şu kalıyor.
Tüm bu yazdıklarım anlamsız kelimeler yığını çıktıları mıydı hayal dünyamın
Yoksa yaşanıp da mı döküldüler satırlara.
İşte bu değişken cevaplı tek kişilik bir bilmece.


13 Ocak 2013 Pazar

Sosyal Medya - Psikoloji - Tüketim

Bu sabah kendi kendime düşünürken kafam sosyal medyaya takıldı. Neden diye düşündüm? Eskiden hayatımızda facebook, twitter, foursquare gibi mecralar yoktu ve gayet de sosyaldik. Şimdi ne oldu da bağımlı olduk buralara? 
Bunu sorguladığım için kimseyi yargıladığım düşünülmesin lütfen. Zira kendim de facebook, twitter, foursquare, pinterest, tumblr, blogger, klout gibi pek çok platformda yer alıyor ve bunların pek çoğunu da oldukça aktif bir şekilde kullanıyorum. Bu kullanım yoğunluğum beni dehşete düşürüyor çoğu zaman. 1-2 kere facebook kapatma denemem başarısızlıkla sonuçlandı. Twitterı kapattığımda 1 ay açmasam twitlerim yok olacak bahanesinin ardına saklanıp onu da kapatmıyorum. Pinterest tumblr daha az zararlı şimdilik benim için. Onları diğerleri kadar yoğun kullanmıyorum henüz. 
Bu arada başlıkta psikoloji var ama psikoloji mezunu falan da değilim sadece ilgimi çekiyor birey ve toplum psikolojisi. Üzerine düşünmeyi ve incelemeyi seviyorum hobi olarak. İşin üstadı değilim onu da baştan söyleyeyim.

Soruma geri dönersek; neydi bu sosyal medya ve neden bu kadar içimize işledi?
Sergilemek istiyorduk.
Neyi?
Herşeyi...

Yani bizler hastayız aslında. Teşhirciyiz.
Gösterdiğimiz belki de kol bacak değil ancak hayatımız, özelimiz, neredeyse herşeyimiz.

Bunu yapıyoruz peki psikolojimiz bu noktada bitiyor mu? Hayır. Sadece teşhircilik hissimiz olsaydı bloglar yeterli olabilirdi belki. Yazar ama okumazdık olur biterdi.

Bir de röntgenciyiz her birimiz. Kim nerede kiminle ne yapıyor şeklinde oynadığımız uyduruk çocukluk oyunu yerini buna bırakmış gibi sanki.
Üstelik gerçekleri röntgenliyoruz. En azından çoğu zaman öyle sanıyoruz.
Çünkü farkına varmadan sosyal medyada da aldanıyor ve aldatılıyoruz.
Evdeyken kendini partide gösterenler mi istersin, o gece dışarıdaymış gibi davranıp 2 sene önce çekilmiş bir fotoğrafı yükleyenler mi?
Hiç sevmediği grupları sırf birilerine laf sokmak için ya da tam tersine birilerinin ilgisini çekmek için paylaşanlar mı?

Normal hayatta selamlaşmayalı aylar, yıllar olmuş insanların resimlerine bakıyoruz, onlar bizim resimlerimize baksınlar istiyoruz.
İnsanlık olarak çıldırmış gibi ilgiye muhtacız?
Daha da beteri her birimiz kendimizi çok özel, bulunmaz hint kumaşı sanıyoruz.
En güzel lafları biz ediyoruz, en iyi biz giyiniyoruz, en çok biz geziyoruz vs vs...

Seyrediyor ve seyrediliyoruz. Hepimiz birer sapık gibiyiz. Sanal sapıklar.
Ki bu şekilde düşününce sosyal medya dediğimiz şey insanın röntgencilik ve teşhircilik güdülerinden güç alan bir mefhum değilse nedir?
Peki insanlarda teşhir ve röntgen bir güdü olarak doğuştan var kabul etsek ve bu güdüler körüklendiğinde bu şekilde ayyuka çıkıyor ise bireyden gelen bu çılgınlık, toplumu nereye götürecek?

Sosyal psikolojiye baktığımızda küresel ısınmadan önce tüketim çılgınlığımızla yaşamın sonunu getireceğiz gibi gözüküyor. Açıkçası bu bireysel sapıklık olayının topluma tüketim olarak yansıdığına inanmaya başladım. Hangisi diğerinin kökenidir işin içinden çıkamadım. Yani acaba tüketim çılgınlığı sebebiyle mi serdik hayatımızı ortaya ve başkalarını da izlemeye başladık yoksa tersi mi bilemiyorum.
Tek bildiğim başlarda hayatını sürdürmek için etrafı tüketmeye başlayan insan hayvanı daha sonra madene, petrole, doğaya geçmişken şimdilerde maddi şeyleri tükettiğinden midir nedir maneviyatı tüketmeye başladı. Belki de sadece tüketecek farklı bir şey ihtiyacıdır. Tüketecek yeni bir şey bulmak da bu tüketim sürecinin parçası olmuş bile olabilir.

Kelimeleri tükettik, sesleri tükettik, duyguları dahi tükettik... Tüketmeye de devam ediyoruz. Değerleri tükettik, pek çok şeyi yok ettik. Ve son nokta olarak kendimize geldik. 
Evet sanki şimdi, kendimizi sunuyoruz insanlara.
Onlar da bize kendilerini sunuyorlar. Onları tüketiyoruz onlar da bizi tüketiyorlar. 
Çünkü geriye pek fazla bir şey kalmadı harcanabilecek.
Eskiden yemekle, kıyafetle, mücevherleri arabayla, uçakla vs... mutlu olan insan doyumsuzluğu sebebiyle mutlu olamıyor. Çok hızlı elde ediyor, herşey önüne seriliyor ve o yüzden de kıymetsizleşiyor. Hızlı tüketimin mutluluğu da hızla geçip gidiyor. 




Sona yaklaşıyoruz. Kaç nesil sonra olur bilmiyorum ama depresyon vakalarının sayısına yakından bakılmalı. Nüfus sayımı gibi insanların psikolojileri de kontrol edilmeli. Zorunlu olmalı psikolojik kontroller. Çünkü korkarım dünyanın sonu filmlerdeki gibi doğal felaketlerle, yıkımlarla değil daha farklı olacak. 
Yaşamın yokoluşu mutsuzlukla gelecek ve belki de insanlığı mutsuzluk yok edecek.

Bunlar da benim teorilerim. 
Sevgiler,
Hilal


11 Ocak 2013 Cuma

Anlamayacağın yazılar - 1 - elini yüreğine koy da söyle


Herkesin yaşadığı kendine ağır gelir derler. Senin ne yaşadığını bilmiyorum dostum.
Tıpkı senin de benim ne yaşadığımı bilmediğin gibi.
Birlikte geziyoruz, muhabbetler ediyoruz, belki çok yakınız belki uzak. Çeşitlerin var senin de.
Pazar gibi bir nevi.
Yakın, çok yakım, uzak, çok uzak ...
Pek çok çeşit, pek çok kademe.
Ne de olsa bir damlayız koca deryada.
Kimi damlayla çarpışmadık bile bugüne kadar, kimiyle sırt sırta verdik, kimiyle yan yana akıyoruz.

Konuştuk, çok şey konuştuk.
Paylaştık...
Ama diplerde bilinmeyenlerimiz vardı.
Benim derdim bana ağırdı, seninki de sana.

O yüzden onca uğultunun arasında sessizliklerimiz vardı.
Hiç konuşmadan birbirini anlayabilenler vardır.
Sadece bakışarak bile anlaşırlar. Ya da bir iç çekiş sesinden görmese de anlar hani karşındaki seni.
Öyleleri de vardı etrafımızda.

Yine de kimse kimseyi %100 tanıyamadı. Tanıyamazdı da zaten.
Çünkü tanısaydı belki de o çok sevdiği insanı sevmezdi.
Dürüstlüklerimiz bile kısıtlıydı bizim.
Ömrümüz gibi, anılarımız gibi, varlığımız gibi.
Sonsuzluğa kavuşmak için koşuştururken harcadığımızın farkında bile değildik sonsuzluğu.

Unutmak için anılar biriktirdik...Güzelleri bir bir unuttuk.

Yaşadığım o tüm dertleri tekrar yaşayacak gücüm yok.
Tekrarlamasın hayat kendini.
Sevdiklerimi baştan sevmek istemiyorum ben, nefret ettiysem eğer birilerinden bir yerlerde aynı hissi yine yaşayamam.
Tekrarlatmayın hayatı bana.

Bugün, şimdi şu anda, kendimi de alıp (bırakabilsem onu da bırakırdım) hiç bilmediğim bir uçurumun kenarında oturup
ayaklarımı sallamak istiyorum bucaksız boşluğa.
Ve mümkün olsaydı eğer, sonsuzlukta hiçleşmek isterdim.
Çünkü aslında herşey olmak hiç olmaktı ve hiçsen herşeydin.

Diyeceğim o ki; yaşattıklarımı bana tekrar yaşatmayın, katlanamam.
Benim yaşadıklarım bana çok ağır. Elini koyarsan kendi yüreğine bileceksin.