18 Aralık 2013 Çarşamba

Bir hikaye

Nehrin kenarında yürüdüm. Eğime ayak uyuk uydurup , süt dişleri dökülen küçücük kız çocuğunun, gördüğü sevgi sebebiyle kendisini prenses zannetmesi hissiyatı vardı içimde. Yeşil...
Alabildiğine yeşildi manzara ve ortasından geçen masmavi bir tezatlık. İsmini dahi duymadığım, bir elin ayasından biraz küçükçe pembe , çanak yapraklı çiçeklerle doluydu etraf. Tam ortaları kadife siyahtı.
Bahar...
Mis gibi kokan bir bahar havası...
Güneş bana aitmiş gibi özel hissettim o an kendimi. Ayaklarımı sürüyerek yürüdüm önce. Sonra eğime kaptırıp kendimi zıplamaya yakın bir tempoyla ilerler buldum.
O kadar mutluydum ki açıp kollarımı iki yana var gücümle aşağıya doğru koşmaya başladım karşıdaki tek eve.
Hiç tanımadığım o tahta verandalı, sanki dışarıdan küçük gözüküp de masallardaki gibi içi sonsuzmuş gibi gelen yeri amaç edinmiştim kendime.

Ulaştığımda gücüm tükenmiş ve bacak kaslarımda zorlanmışlığın sızısı vardı. Verandadaki suyu farkettiğimde çekinerek elimi uzattım sürahiye. İçine henüz buz atılıp bırakılmış gibiydi. Buzun etkisiyle hafif nemlenmiş sürahiden bardağa boşalan tam içme kıvamındaki serin suyu sanki hayatı taçlandıran sihirli bir iksirmişçesine içtim.
Eve girip girmemek konusunda çekincelerim vardı.
Kararsız bir halde kapıya gözlerimi diktim.
Yarın dedim, yarın yine gelirim. Ve bu defa belki de girerim kapıdan.
Benim dünyamda bu kaçıncı kez olduğunu bilemediğim bir tekrardı oysa ki.
Biliyordum.
Yarın, sonraki gün ve hatta sonraki günlerde de gelecek ancak kapıyı açmaya cesaret edemeyecektim.
İçimdeyse kendime dair o umut, bir gün cesaret edeceğim ve denemeye devam etmem gerektiği hissi hep kalacaktı..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder