25 Ekim 2011 Salı

katlanamam ki saygızılık ve haksızlığa

10 gündür falan İzmir'deyim. Ve evet anladım insanların neden bu şehre aşık olduklarını, kopamadıklarını. Sıcacık insanları var, nefis manzaraları. Yaşamak kolay, ucuz, huzurlu. İnsanlar mutlular. Kimse koşuşturmuyor, gideceklere yere yetişeceklerini bilir gibiler. Keyifliler.

Sonra karar verdim bence bir yanlışlık olsa gerek. Çünkü yine de İstanbul'u özlemedim diyemiyorum. Oldukça özledim. Gri havasını, endişeli sokaklarını, koşturan insanlarını vs vs...
Özledim işte. Aldatmaya meyillensem de aldatamadım İstanbul'umu. Ki kısa zaman içinde yine dönüyorum ona. Daha uzaklara gidersem koparım belki İstanbul'dan diye düşünmeye başladım. Sonra İstanbul'dan severek, mutlulukla kopabileceğim tek durum buldum kendi adıma ancak onu da kendime saklayacağım. Ki imkansız olan bir şeyi dillendirmenin de anlamı olmasa gerek.

İki yıl gibi bir süredir, depresyona girmemek adına prensip edindiğim herşeyi son bir kaç ayda yerle bir ettim. Küçüklü ufaklı ihlallerim bana mutsuzluk olarak geri döndü. Kendim ettim kendim buldum durumu yani. Demek ki kalbi falan boşverip beyniyle yaşamalı insan. Yani arada da şöyle bir fark var; kalbimizle yaşadığımızda mutluluklarımız da hüzünlerimiz de daha büyük oluyorlar, beynimizle yaşadığımızda ise ortada bir çizgiden ilerliyoruz. Neden hep uçların ve ya hep ya hiçlerin insanı oluyorum ki?
Her seferinde bana gemileri yaktıran, içime çöreklenmiş o hissiyattan nefret ediyorum. Çok da kızamıyorum kendime üstelik. Ben saygısızlığa ve haksızlığa tahammül edemem. Ve yaktığım her bir geminin altında ya bir saygısızlık, ya da haksızlık olmuş bugüne kadar.


Her aklına geleni yazıya döktüğünde böyle bir şey çıkıyormuş ortaya demek ki.
Başlığı bile şu an attım. Ah kafam da en az bu yazı kadar karışık ve dağınık. Ne yazmam beklenebilir ki.

İşte Hilal'in dünyası böyle bu aralar. Bekle İstanbul, kaldığımız yerden devam edeceğiz yine :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder