22 Kasım 2010 Pazartesi

LoL

Ne desem bilemiyorum...:S League of Legends oynamaya başladım. Ve bağımlı oldum sanırım. Herşeyi erteleyip hep 'ay bir el oynayıp bırakırım' deyip saatlerce sabahlara kadar oyun oynuyorum. Allah sonumu hayır etsin!!!!

Kendim oynadığım yetmiyormuş gibi zavallı arkadaşlarıma da bulaştırdım. Hayır hepimizin sınavları beter olursa kendimi kötü hissedeceğim. Şu iki hafta bırakmanın bir yolunu bulmam gerekiyor.

Ya ama nasıl güzel bir şeydir oyun oynamak. Böyle hiçbir şey düşünmüyor ya hani insan işte olay budur diyorsunuz. Dizi izlerken, kitap okurken, ders çalışırken ne bileyim başka şeylerde birşeye takılıysa kafanız durup hatırlarsınız. Oyunda böyle bir imkan yok. Ordan oraya koş, şunu öldür, öldürülünce item kas falan derken düşünmeye vakit yok. Nimettt resmen nimettt :)

Şu saate kadar yine oynadım. Ders ne olacak? Yazılacak rapor var, cuma günü iki sınav var, salı şirkete gidilecek... Ve ben hala oyun oynamak istiyorum.
Hadi dursun zaman n'ooolur yaaaa =P

15 Kasım 2010 Pazartesi

Uyan ey gözlerim uyan...

Zamanında bir sabah namazını kaçırması üzerine 3. Murad'ın yazdığı söylenir sözlerini. Bana nedense dini boyutundan daha çok çok daha farklı çok daha insani çoook daha derini bir yanı var gibi gelir müziğinde. Sözleri şöyledir:

uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan uykusu çok gözlerim uyan
azrailin kastı canadır inan
uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan uykusu çok gözlerim uyan


Her dinlediğimde müzikle kendimden geçip sözleri mırıldanırken buluyorum kendimi. Ve hep aynı düşünceler dönüyor beynimde. Ufacık şeylere takılıp ne çok üzüyoruz kendimizi. Ve bazen asıl amaçlarımızı ne kadar da geride bırakıyoruz. Sanki bir puzzle'ı yaparken ufacık 1-2 parçayı seyre dalıp, resmin bütününü unutuyoruz. Oysa amaç o resimdi. Hem hüzünlendiren hem de tuhaf bir umut yükleyen bir eserdir. Böyle huşu içinde kalır insan.
Neden söz ettiğimi merak eden olursa diye izlentisi de altta :)

Uyan Ey Gozlerim
Yükleyen aliaydemir. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Gelelim asıl duruma. Yarın Bayram. Ben okulun yurdunda tek başımayım. İlk defa aileden kimse olmadan geçireceğim bir bayram. İşin aslı bu benim tercihim oldu bu sene. Yoksa çok şükür annemlerin yanına gidebilirdim. Ya da İstanbul'da anneannem, dayım, teyzelerim gibi canımdan öte akrabalarım var. Hatta düşünüp aileden ayrı geçirme kuzen gelip okula alıyorum seni diyen bir kuzenim var. Çok şükür cidden. Ama bu bayram bir garibim. İnsanlardan uzaklaşma, kalabalığa dahil olmama isteğim herşeyden ağır bastı. Fiziksel yorgunluktan öte zihinsel bir yorgunluk söz konusu. Aklıma takılan, üzerinde düşünmem ve çözmem gereken kişisel meselelerim var. Sanırım oturduğum yerden ruhsal bir yolculuk yaşama tadındayım 1-2 gündür. Odada oturup, içip, müzik dinleyip, pizza falan söyleyip, dizi izleyip ya da hiçbir şey yapmadan sadece düşünüp geçiriyorum günlerimi. Çözüm bulabildim mi kafamdakilere? Şimdilik hayır. Ama inanılmaz dinlenmiş ve güçleniyor hissediyorum kendimi. Resmin bütününü görmeye başlıyorum yavaş yavaş. Amaç da biraz bu olsa gerek. Benim için resmin bütünü huzur ve mutluluk. Ve bunlar için neler yapmam gerek gibi biraz hayati biraz felsefi düşüncelerle iç içeyim. Yaşadığım bir olay canımı çok sıkmıştı. Gittikçe aslında önemsiz olmadığını ama çok da abartılmaması gerektiğini düşünmeye başladım. Yani belki de olması gerekenler oluyor. Elden gelen sadece yapabilecekleri yapıp sonrasında beklemek. Akışa bırakmak, akıntıya karşı yüzmeye göre çok kolay. Niyeyse hep akışa karşı yüzmek gibi bir eğilimim varmış bunu keşfettim.

Kendi kendimi avutup, kendi yaralarımı sarıp geçecek diyorum. Bak sen bunları yaşadın bugüne kadar. Kimine göre kolayi kimine göre ağır. Ama sen bunları yaşadın ve kaldırma gücün var. O yüzden hayat hertürlü güzel. Yaşadığım en ufak şeyden en ağır şeye hepsi beni ben yapmış. Ve önümde kimbilir daha neler var.

Evet birazcık koyuyor bayrama yalnız girecek olmak. Ama yalnızlık farklı bir tat, farklı bir ihtiyaç. Zaten bayramın 2. günü yine gitmek lazım ziyaretlere. Elimi telefona atıp uzaktakilerin bayramını kutlamak bile zor geliyor aslında şu an. İşte böyle biri değilim bu yüzden ihtiyacım sükunete. Ben yine ben olabileyim diye.

Aslında bunalım bir yazı değil bu ama şöyle okuyunca öyle gibi durmuş. Sadece insanın kendini arayıp bulması ve yönünü çizmesi gibi birşey. Sanırım yazmak için yazıyorum an itibariyle.

Herkese iyi bayramlar...Asla okumayacak olsalar da Anne, Baba, Abiciğim ve tüm diğer kanlarım...Sizi seviyorum :)

Gördüğümüze değil görmek istediğimize inanıyoruz...

Kim demişti hatırlamıyorum insanları tanımak istediğimiz gibi tanırmışız. Sonra bir arkadaşım ekledi geçenlerde sen istediğin gibi tanıdın, istediğin kalıpta o hiç öyle olmadı dedi. Dondum kaldım. Geçmişe döndüm sonra. Bir insan hep aynı şeyi mi yapar? Evet tabiiki çünkü karakterdir bu. Çünkü değişmek zordur.

Şimdi algılıyorum ki biz insanları bize kendilerini tanıttıkları kadar tanıyoruz. Ve eğer varsa hayalgücümüz hayalettiğimiz gibi biliyoruz onları. Sonra oturup ağlıyoruz sıkça: Ama o böyle biri değildi!
Salaklığımıza doymayalım gençler. Nitekim o hep öyle bir insandı. :)

Hikayesi de var olayın şöyle:

Kadın merhaba dedi!
Ve adam selamladı başıyla.
Sen şeffaf mısın dedi kadın!
Ben şeffafım dedi adam.
Ve arkalarındaki ihtiyar kahkahalarıyla cevapladı ikisini:
Eh be adam hadi sen yalan söylüyorsun anladık da kadın sen salak mısın? Görmüyor musun ki bu adamı şeffaf sanıyorsun ve şeffaf umuyorsun.

Hikayenin sonunda hepsi öldüler. Zira Türk filmi değildiler...

İşte böyle...Kimi zaman bir kaç cümle yetermiş anlatmaya da aldatmaya da.

_KGK_

14 Kasım 2010 Pazar

Çilek zaafı- mutluluk- nefret


Çileğe zaafım var, evet! Çilekli yoğurtlu milka, çilekli lilapause, çilekli soda, çilek şarabı, çileğin kendisi...bu liste sürebilir böyle. Ama işin en ilginç yanı çilekli dondurma gofret gibi aromalı şeyleri de sevmem. Farkettim ki bu sevdiğim çilekliler beni inanılmaz mutlu ediyor. Ne zaman aşırı mutsuz olsam bunlardan biriyle buluyorum kendimi. Yahu bu kadar kolay mı mutluluk? Bazen evet ;-)

Şu yazıyı yazarken içinde bulunduğum durumu da bildirmek isterim. Alınmış ılık bir duşla biyolojik olarak stresten, yorgunluktan ve gerginlikten arındırılmış bir bünye ve bunun getirdiği psikolojik gevşeme var üzerimde. Okulda yurttayım. Bayramda bir yerlere gitmeme kararı aldım. Tam bir garfield gibi sırtüstü yatıp, kitap okuyup, müzik dinleyip, şarap falan içip, eksik konularımı tamamlayıp ders çalışmak gibi planlarım var. Arada çıkan ani kalk gidelim akıllılıklarım da olur elbet diye düşünüyorum. Kalkıp tek başıma müze falan gezmek gibi. Kendini tanımak böyle bir şey azizim, ne olduğunu bilecek insan haha. An itibariyle çilek şarabım, müziğim ve bir sınavdan almış olduğum rezillik ötesi not ile kaloriferin önünde minderde mayışmakla meşgulüm.
3 kitap birden aldım bugün tatil planlarıma ekledim onları. Livaneli'nin 'Son Ada'sı, Trevanian'ın 'katya'nın yazı' kitabı ve 'Kadın Krallığı' isimli kalan son anaerkil toplumu anlatan bir kitap. Bloga yazmaya başlamadan önce üçü arasında gidip geliyordum hangisini okumaya başlasam diye. Kenara ayırmış olduğum bir de fantastik tarzın inanılmaz yazarlarından kabul edilen David Eddings kitabım var. Serinin ilk kitabı, devamının da zulasını buldum bir kitabevinde:) Ona da ayrı bir mutluyum zira ilkini bulamayıp getirtmiştim devamını bulmak zor olacak diye de başlayamıyordum bir türlü kitaba. Hangisinden başlamalı? Sanırım az sonra karar vereceğim.
Belki de mutluluğu yanlış anladık biz. Bazen bunu düşünüyorum. Hani şu kapitalist, teknolojiye boğulmuş hayata kapılmak yerine, basit insanlar olsaydık böyle dağ başında, ormanda ovada falan. Sadece yaşamak için yaşıyor olsaydık...Kimbilir belki de daha mutlu, elindekiyle yetinmeyi bilen insanlar olacaktık. Mutluluk tuhaf kavram....Böyle varlıkla yokluk arası, hiç elle tutulur değil ama nasıl da ısıtıyor insanın içini.

Başlıkta bir de nefret demiştim ya ona dair de yazayım o zaman. Geçenlerde bir şey keşfettim bir arkadaşımla konuşurken(D.'e sevgiler :]). Ben hiç nefret etmemişim bugüne dek. Hala daha da edemiyorum. Nefret ediyorum dediğim kişi, nesne ve kavramlar oldu zaman zaman doğal olarak. Ama bir düşndüm ki lafta kalmış hep. Huyum kurusun geçici benim öfkelerim. Yakıcı,kırıcı ama geçici. Ben hep affetmişim herkesi herşeyi. Belki de ne olursa olsun yola devam edebilen, mutlu olabilen yönümü buna borçluyumdur kimbilir. Hayatımda hiç içten bir şekilde beddua edememişim galiba. En ağır bedduam pişman olsun falan olmuş. Garip geldi bu bana. Zira dışarıdan bakınca ben bile kendimi acımasız falan zannederdim. Yahu nefret edememek ne demek? Sonra biraz daha konuştuk arkadaşla. Farkettim ki cezalandırma şeklim farklı. Önceden de söylerdim zaten insanlar ukalaca bulurlar ama elimde değil buna inanıyorum. Benim intikam alma şeklim insanları bensiz bırakmak, kavramları da kendi haline terketmek. Haha aslında gerçekten kendimi beğenmiş bir insan değilim. Hayır kendimi seviyorum ama herkes kadar. Belki de bu olay yüzden karma diye bir şey olduğuna inanıyorum ya da ilahi adalet dediğimiz şeye. Çünkü düşününce bu güne kadar kim beni üzdüyse pişman oldu, ya da bir şekilde geri dönüş yaptı. Beddua etsem, bela falan okusam ya da oturup kötülük yapmaya hinlik yapmaya kassam (hoş beceremem ya)muhtemelen böyle olmayacaktı. Olayları akışına bırakıp sabretmek o süreçte ne kadar benim canımı acıtsa da, sonunda kazanan hep ben olmuşum. Ne heybetli kavramsın be zaman?.

Şarap falan diyince çok sevdiğim bir Hayyam rubaisi geldi aklıma onu da yazayım tam olsun:

Bir elde kadeh! Bir elde Kur"an!
Ne helâldır işimiz, ne de haram!
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!


Çileğe zaafı olan, müzik ve şarapla mutlu olmuş ve nefret edemeyen bir kız yazdı. İyi geceler :)

7 Kasım 2010 Pazar

Çocuğun gözünden hayat


Hatun kısmısının hormonları tavan yapar periodik olarak 28 günde bir. Birazcık da düzensiz desek o hormonlara, maksimum 1- 1,5 ayda bir çocuk sevgimiz uçuşa geçer bizim. Ha çocuk sevmeyenler de var tabii onları ayrı tutuyorum bu yazıdan.

Bu noktada önce biyolojiyi anlamak lazım. Birbirini kıskanıp, birlikte yaşadığın insan üreme dönemine girince bir hızlanıp, h.sktr benim neyim eksik, gencim normalim ulan diyerek ona adapte olup, aynı dönemi yakalayan bir yumurta sistemimiz var. Bilmeyenler için söylüyorum birlikte kalan insanların regl dönemleri birbirine yaklaşır. Hatta kızlar arası en klasik geyiklerdendir 'yine kıskandı senin vücut benim yumurtları' diye. Evet çirkin muhabbetler :))

İşin psikolojik boyutuna bakalım şimdi bir de. Neler yaşıyoruz yareeppiim şu biyolojimiz yüzünden. Evlenmem ben yea, yok abi manyak mıyım hangi devirdeyiz niye evlenicem diyen hatun kişimiz döneme adımını atar ve 'amaaann tanrım bebişeee gell, ayy bak bak şurdaki sarışın kız çocuuu ne tatlı diyymiğğğ' gibi sendromlarla ortaya çıkar. İşin özü budur, annelik hormonları tavan yapmış hanım kişimiz o an bebeği olsun ister. Böyle sevsin falan, kokusunu bile almayı başarıyor kimileri. Bebek kokusu hani böyle sütle ishal karışımı berbat birşey. Ama insanın niyeyse sevdiği koku. Bir eve adımınızı attığınızda yeni doğmuş bir bebek olduğunu algılamanıza neden olan koku.

Belki de bu evrimle ilgili bir şey. En derin içgüdümüzde doğaya gelip, birilerini hayata bırakıp göçüp gitme dürtümüz var belki de kimbilir. Asıl merak ettiğim erkek milletinin de var mı acaba böyle zaman zaman gelen 'baba olmalıyım olmm baba' hissiyatı. Yani yolda gördüğü çocuğu severken, çocuk ona tekme atıp kaçarken falan ben baba olsam nasıl güzel olur diye düşünüyorlar mı ki :)

Şimdi tüm bunları bırakıp bir de işin hayati ve edebi boyutuna bakalım. Ben severim azizim çocukları. Yani period olsun olmasın severim. Biz 8 kuzeniz ve 5i benden küçük. Hepsi aralıklı yaşlarla devam ediyorlar. Belki pek çok bebek gördük yaşamımızda, belki bir alışkanlık kimbilir. Ama onlarla takılmayı severim büyüdüklerinde. Bebeklerken uyutmayı, ne bileyim karnını doyurmayı hatta inanmayacaksınız ama altını temizlemeyi severim. Bir bebeğin kucağınızda uykuya dalması, uyurken gülümsemesi...İnanılmaz hislerdir bunlar. Peki neden sevilesi bu minik şeyler böyle? Çünkü bebek masumdur...Temizdir. Ama asla iyi değildir. O kadar dürüsttür ki iyi bile olamaz klasik toplumsal kalıplarda. Hayatta bir çocuktan daha acımasız kimse olamaz. Çocuk senin suratına bakar ve 'sen güzelsin, sen çirkinsin, pis kokuyor burası, Ayşe altına işedi!' gibi inanılmaz gerçek, ama bir o kadar da acımasız cümleler kurar.

Çocuk paylaşmayı genelde sonradan öğrenir. 'Bu benim' demek gibi çok insani bir yönü vardır çocuğun. Bu benim ve hayır sen ona sahip olmazsın. Bu kadar basit. Hangimiz bu kadar rahat 'hayır' diyebiliyoruz hayatta? Bunu öğrenmek kimilerimiz için yıllar almıyor mu? Hangimiz seni sevmiyorum, hayır gelmeni istemiyorum, bunu sana vermem gibi cümleleri bir çocuk kadar rahat söyleyebiliyoruz. Ve yine söyledik diyelim, toplumun bize yanıtı çocuğa olduğu gibi mi oluyor?


Çocuk özgürlüktür! Hepimiz kafamızda o minik şeylere bakıp özgürlüğü anımsıyor ve bu yüzden bu kadar çok seviyoruz çocukları. Ancak ardından o çocuk dediğimiz şeyin özgürlüğü kendi içinde barındırdığını ve hayatımıza girmesiyle bizi toplumda hapseden pek çok unsurdan biri olacağını farkediyor ve:
yok azizim hayat yeterince kötü, niye böyle bir dünyaya çocuk getireyim ki
tadında cümlelerimizi döküveriyoruz ortaya.

Kıssadan hisse: Çocuk candır, hayattır, mutluluktur...

2 Kasım 2010 Salı

minicik bir hap sadece (!)

Evet konum minicik bir ilaç parçası. Kendisi nelere bedel olabiliyormuş sancılı bir şekilde öğrendim. Kafam çok dolu, uyuyamıyorum ve ondan önceki gece yarısı uyanmışım. Sabah olmuş sabah 5 küsur. Kafamda binbir düşünce. Yürüyorum, telefonla konuşuyorum. Yatağa çıkıyorum yok. Uyumak mümkün değil yine. Sıkıntı da var hafiften. Son çare : o minicik ilaç. Hayatımın hatası!!

Alışık olmayan bir bünyeye antidepresan dozajı fazla gelirse sonuç oldukça kötü oluyormuş. Oysa ben sadece uyumak istedim. Hayır nasıl böyle bir saçmalık yaptım onu da bilmiyorum. Bir tanecik içtim yahu sadece bir tane...Evet günde önerilen maksimum dozmuş ama ... Uyudum mu ? Evet uyudum, anında küt diye sızmışım. Sadece 1,5 saat sürdü bu deliksiz uyku. Bir uyandım ki ellerim ayaklarım uyuşmuş...Allah dedim s.çtık çok gencim hiç ölesim yok benim. Yanıyorum, yorganı açıyorum donuyorum. Midemin bulantısından yerimden kımıldamaya korkuyorum. Sonunda bir cesaret kendimi banyoya atıyorum. Saatlerce yatak banyo arası mekik dokuyorum. Ellerim ayaklarım hala uyuşuk...Bir yanıyor, bir titriyorum. Arada sağlık merkezine gitsem mi diye düşünüyorum ama ne oraya gidecek halim var, ne de ben bunu uyumak için içtim diye anlatacak mecalim. Salaklık tabii adamlar haklı..uyku ilacı denen bişi var git al ordan di mi?...

Saat biraz daha insani bir hal alınca abimi arıyorum hemen. Durum böyle böyle ölmem di mi? Vücudum tuhaf tepkiler veriyor, korkuyorum! İlacın ismini verince abim rahatlatıyor. Korkma bir kutu da içsen ondan ölmezsin ama etkilerinin geçmesini bekleyeceksin, çare yok! En azından rahatlıyorum, yani öyle ciddi bir durum yok etkileri saymazsak. Ve kendi kendime yineleyip duruyorum: şu ilaç alıp intihar edenler var yaaaa harbi beyinsiz adamlar. En acılı yöntem bu olmalı yahu 1 tanesi bu kadar etkiliyorsa öyle bir kutu içince noluyorsundur kimbilir?? Hayal etmesi bile korkunç...

Bu da böyle bir deneyim oldu işte. Demek ki neymiş? Antidepresan kullanmıyorsan öyle hebele hübele uyuyayım diye alınmazmış o bonbonlar :) Onlar 5mg la fln başlanıp yavaş yavaş içilirmiş o zaman birşey olmazmış. Uzun bir süre ağrı kesici bile içeceğimi sanmıyorum gerçi. 'Topu topu bir tanecik ilaç, abartma!' tepkisi verebilecek arkadaşlara da, deneyin ve görün hodri meydan diyorum. Ve Behlül kaçar!

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yaşam, herşeye rağmen... :)

Düşünüyorum da neler yaşanıyor küçücük ömürlerimizde. Bir arkadaşımın feysbuk duvarındaki bir yazı anımsattı bunu bana. Çok basit anıydı belki ama silinmiş benden.
Durup dururken bir kadehi atıp yere parçalamışım.
Sorar tabi insanlar 'neden yaptın ki bunu??' diye.
Cevabım : bunu hep yapmak istemiştim.

Ben biraz böyle yaşadım belli bir yaşa kadar. Deli-dolu hatta sonuna kadar hayat dolu.
Kendi çapımda aşık falan oldum. Gitar çalmayı denedim. Org çalmayı denedim. Saçımı pembeye boyattım. Birbiriyle alakasız arkadaşlarım oldu. Hiç benzemezlerdi birbirlerine. Benimle alakasız karakterde arkadaşlarım oldu. Yazdım...beğenmedim ama devam ettim. Beğendim ama sakladım paylaşmadım. Birini beğendim asla söylemedim. Beğenmedim ama iyi davrandım. Bunlar öyle aradan hatırladıklarım. Biri sorgularsa cevabım netti: yapmak istedim!!!

Öyle çılgınca şeyler olmadığı için isteklerim sorun olmadı. Sadece söylemek istediklerim sık sık başıma bela olmuştur. Genelde düşündüğümü içimde tutamamak gibi bir huyum vardır söz konusu duygusal bir şey değilse.

Şimdi düşünüyorum da arada bir yerde, bir noktada bir günde belki bir anda bıraktım ben bunu. O kız orada öylece kalakaldı. Şüphesiz yaşananlar ya da yaşanmayanlar sebep oldu buna. Devam ettim yaşamaya asla kopmadım. Ancak yaşayan o kız değil bunu bugün anladım.

Şimdi ben biraz daha tedirgin yaşar olmuşum. O öyle istedim yaptım mantığı arasıra uğruyor sadece. Ki o anlarda inanılmaz mutlu oluyorum. Tek başıma yaptığım gece yarısı yürüyüşlerim, evden çıkıp nereye gittiğimi bilmeden rastgele bir yerlere varışım, yazıp kendime sakladıklarım,... İşte bunlar gibi zaman zaman geliyor o anlar bana. Ama sonra da uçup gidiyor. Gökyüzüne bakıp farklı gezegenlerde olmayı hayal ederdim çocuksu dünyamda. O dünya da duruyor aslında. Daha temiz, daha doğru.
Doğrulukla kafayı bozmuşluğum da o kızın yanlışlara rastlayışına tekabül eder takvimde.

Sonuçta gel zaman git zaman ucundan kıyısından büyümüşüz biz de. Ve kaşla göz arasında uçan fillerimiz, pembe çimenlerimiz kaybolup gitmiş. Geçenlerde annemin kucağında abuk subuk bir şeye ağlarken sezdim o kaybolanları. Sonra nedenini düşündüm. Anlatmaya çok da gerek yok. Öyle roman karakteri falan olmasak da benzerdir ama bambaşkadır her insanın yaşamı. 'life happened' diyorlar ya aynen öyle hayat oldu. En sevdiğim kalıplarıdır bu ingiliz hergelelerinin. Hayat oldu azizim ve biz olduk.

Peki ne oldu? hiç bir şey olmadı. Ne olursa olsun yaşadık. Yaşayacağız da. İşte böyle bir genetik kodlamaya sahibiz. Nefes aldığın sürece yaşayacağın hiçbir şey, hiçbir kötü olay öldürmez seni. Ha evet şartlara katlanırsın.
O yüzden şu önündekinin son 3-5 dakika olduğunu da bilsen herşeye rağmen yaşamak lazım olsa gerek :)