22 Ağustos 2010 Pazar

Gri (blog tipi yazmaktan sıkılan insanın yazısı)




Grilikle bütünleşmiş bir havada, ayakları çıplak, tek parça siyah bir elbise
üzerinde ve omuzlarındaki şalı rüzgarla başıboş salınmakta… Gözleriyle ayaklarını takip eder bir halde yürüyordu. Aynı ritimde ne hızlı ne de yavaş. Çığlık çığlığa uçan kuşları duydu. Tanıyamadı seslerinden ne olduklarını, kafasını kaldıracak gücü bulamadı. Düşünerek dünü, yürüyordu. Ve ne kadar istese de göremedi aslında tüm derdi olan yarını.

Yanı sıra yürüdüğü uçurumu süzdü göz ucuyla. Ne kadar zamandır yürüyordu bu sınırda? Hangi ara en yüksekle en dibin çizgisinde bulmuştu kendini. Elini bir ipten ibaret gibi duran kolyesine attı. Tek bir kurumuş papatya geldi eline. Oysa ne çoklardı. Her kaybettiğine tuttuğu yasta atmıştı birini. İşte şimdi bu kurumuş küçük papatyayla yalnız kalmışlardı. Onun da gideceğini düşünmek ruhunu üşüttü. Geçmiş olacak olanı onurlandırma zamanı diye düşündü. Çekti kolyeyi boynundan. Kaçamak bakışlarla süzüyordu minik çiçeği. Yapamadı, atamadı onu uçuruma. Titreşimleri doğanın katlıyordu içindeki yas ritmini. Alışkanlıkla melodiye eşlik etti uçurumun kenarında gözlerini karşıya dikmiş başını taşıyan vücudu. Şimdi bir yaprak gibi salınıyordu rüzgarda. Şalı mı ona eşlik ediyordu o mu şalına anlaşılmıyordu.

Avuçlarını yumruk yapmış, kendini yatıştırmaya çalışırken elinde kalan tek kuru papatyanın dağıldığını hissetti. Avucunun içindeki parçalanmışlığa bakarken mırıldandı: en değerliydin sen, en kutsalım-dın… Sona sakladığım, hiç çıkarmam boynumdan sandığım ve göğsümün hemen üstünde ömür boyu kalacak diye umduğum.

Her şey bitiyor demek ki bize kalan sonsuz bir teklik. Uğurluyoruz bir bir sevdiklerimizi. Kimini toprak dediğimiz ana kucağına, kimini ise hayat dediğimiz boşluklara.

Hava kararmaya yüz tutmuştu. Üzerinden uçan ona kalmış esasen hiç onun olmamış tek dostu gördü. Gülümsedi: senin de gitme vaktin gelecek değil mi Ghurantu? Sana papatya ayırmayışım seni sevmediğimden sanma. Sen hep ulaşamadığım, en özgür olandın. Şimdi sadece biraz daha kal ne olur! Söz veriyorum kal demem kanatlarını uçsuzluklara açma zamanı geldiğinde. Sadece şimdi kanatlarını hissedeyim üzerimde. Alışık değilim tek başıma yaşamaya bu gökyüzünü. Alışık değil bu ruh kimsesizliğe.
Uçurumdan aşağı savururken papatya parçalarını, tek bir damlayla vedaladı geride bıraktıklarını. Hep zor olmuştu ruhani elvedalar ama daha da zoru unutmaktı geçmişi. Eline yapışıp kalmış son minik yaprağını da üflerken uçuruma şalını da vedaladığını fark etti omuzlarından. Bugün el sallama günüydü anlaşılan. Gülümsedi bu da üşümeyin diye o zaman dedi kendi kendine. Sonra en acı duyduğu anda çocuklaşıp muzipleştiğini fark edince anladı ki sevemiyordu en onurlu vedalaşmaları bile. Son kez gözleri buluştu sarp kayalarla. Sırtını döndüğü gibi yola koyuldu sonra ve hiç ardına bakmadı her zaman olduğu gibi. Ona göre elveda kelimesi bir defaya mahsus olmalıydı yoksa anlamı olmazdı yaşanmışlıkların.

Zirvesi bulutlara karışan Sangu Dağı solunda ve dağın aşağısına uzanan Bet Uçurumu sağında yürürken gökyüzünden kanat sesleri duyuldu Ghurantu’nun. iki at boyu kanatlarını açmış, dev parlak siyah gövdesiyle bir yükselip bir alçalarak dalga geçiyordu zirve ve derinlikle. Başını kaldırdı ve zaman dedi, duydun mu Ghurantu sadece biraz zaman… Yoksa bu kader boşa yazılmış olur. Şimdi tek kahramanla sürecek bir hikaye olacak benimkisi belki de başından beri öyleydi. Hem yanılgılarla gerçeklerin bir yanılsama oluşturması değil midir tüm efsunlar? Asıl senin kanatların da gittiğinde çıplak hissedeceğim kendimi. Şimdi değil, lütfen şimdi değil! Kal biraz daha ve efsunum ol.

2 yorum: